BİYOÇEŞİTLİLİK
Bildiğiniz üzere Biyolojik çeşitlilik ya da kısaca “biyoçeşitlilik” belli bir bölgedeki bitki ve hayvan türlerinin ve çeşitlerinin sayıca zenginliği anlamına geliyor ve Biyoçeşitlilikten bahsedebilmemiz için tüm bu bitki ve hayvanlarda gen çeşitliliği, tür çeşitliliği ve doğal olarak onların yaşam alanları olan ekosistemlerin çeşitliliğine ihtiyaç var.
Biyoçeşitliliğin zenginliği ekosistemlerinin zararlılara, hastalıklara ve dengeden sapmalara karşı dayanıklılığı ifade eder. Örneğin tek tür ağaçtan oluşan bir ormana göre 10 tür ağaçtan oluşan bir orman, zararlılara, hastalıklara ve orman yangınlarına çok daha dayanıklıdır.
İnsanın yeryüzündeki varlığını sürdürmesinde biyoçeşitlilik vazgeçilemez bir işleve ve öneme sahiptir. Biyoçeşitlilik insan sağlığının ve hayat kalitesinin maddi olmayan yönlerine de katkı sağlıyor: bilim ve sanatta ilham alma ve öğrenme, fiziksel ve psikolojik deneyimler kazanma ve insan kimliğimizin desteklenmesi gibi. Bu anlamda ülkemiz açısından çok şanslıyız çünkü Türkiye biyoçeşitlilik anlamında neredeyse küçük bir kıta özelliği gösteren zenginliğe sahip.
Peki, biz insanoğlu olarak biyoçeşitliliğe ne katkı sağlıyoruz?
Ekolojik Ayak izimiz! Hayatta kalabilmek için, yemek, barınma, ısınma gibi bazı temel ihtiyaçlarımızı sağlamak için ne kadar tüketiyoruz?
Ve işte sarsıcı gerçek: 40 yılı aşkın bir süredir insanın tüketimi, dünyanın yerine koyabileceği üretimin üzerinde. 2019 yılı için Dünya Limit Aşım Günü 29 Temmuz’du. Yani her yılın geri kalan zamanını biyolojik kapasiteyi azaltarak geçiriyoruz.
Biyolojik çeşitlilik tüm dünyanın ortak zenginliğidir. Dünya üzerinde doğal koruma alanların çoğu biyolojik çeşitliliği korumak içindir ve korunması gereken alanlara baktığımızda ne yazık ki biyoçeşitliliğin çok zengin olduğu birçok yerde petrol kuyuları, maden ocakları, endüstri tesisleri vb. faaliyetler yapılmakta.
1980 yılından beri uluslararası düzeyde biyoçeşitliliğin korunmasına yönelik anlaşmalar imzalanmaya başlandı. Peki, kimden koruyoruz biyoçeşitliliği? İnsandan!
Birleşmiş Milletler güdümlü Biyoçeşitlilik ve Ekosistem Hizmetleri Üzerine Hükümetlerarası Bilim-Politika Platformu 2019 raporundan birkaç çarpıcı nokta:
- Kentsel alanlar 1992’den bu yana iki katına çıktı.
- Plastik kirliliği 1980’den beri on kat arttı.
- 1970’ten bu yana insan nüfusu iki kattan fazla arttı.
- Kıyı ekosistemlerine sızan suni gübreler, okyanuslarda toplam 245.000 kilometrekarelik 400’den fazla “ölü bölge” oluşturdu.
- 1980-2000 arasında 100 milyon hektar tropikal orman yok oldu.
- Latin Amerika’daki sığır otlatma faaliyetleri yaklaşık 42 milyon hektar kayba neden oldu.
- Hayvan ve bitki türlerinin yaklaşık %25’inin yok olma tehlikesiyle karşı karşıyayız.
- Tedbirler alınmadığı takdirde, 1 milyona yakın türün şimdiden yok oluşun eşiğinde olduğu, hatta pek çoğunun önümüzdeki birkaç on yıl içinde yok olabileceğini ifade ediyor bu rapor…
Bozulmamış ekosistemlerdeki kayıplar birincil olarak gezegenimizin en yüksek biyoçeşitlilik düzeyine sahip noktaları arasında bulunan tropikal bölgelerde görüldü.
Evet, doğa, insan sağlığını her yönden destekliyor ama bizler doğal dengeyi bozduğumuzda insan sağlığına zararlı etkileri de oluyor.
Kesilen ya da tahrip edilen ormanlar aynı biyoçeşitlilik düzeyine asla ulaşamıyor. Kesilen bölgelerde yeniden oluşan ormanlar eskisi kadar çok çeşit barındırmayan farklı ekosistemlere dönüşüyor.
Evet, biyoçeşitliliğe “katkımız” bunlar.
Aslında doğanın bizim katkımıza ihtiyacının pek olmadığını söyleyebiliriz.
Şu an daha çok zarar vermememize ihtiyacı var. Örneğin 1 sene hiç orman tahribatı yapmazsak orman varlığı bizim trilyon dolarlar harcayarak yapabileceğimizden çok daha fazla fidan dikecek.
Bunun en iyi örneğini bu Korona salgını günlerinde görüyoruz, haberlere yansıyor. Dünyanın birçok kentinde evde kal kampanyasından dolayı yakıt tüketilmiyor ve hava kirlilikleri %30 azaldı. Bunu insan gücü ya da parayla yapabilir miydik?
Nature Communications dergisinde yayınlanan bilimsel bir çalışma iklim krizinin Ebola virüsünün dağılımını genişleteceğinden bahsediyor. Çalışma, iklim krizinin 2070 yılına kadar ölümcül virüsün hayvanlardan insanlara yayılma oranında 3,2 kata kadar artış sağlayacağını belirtiyor.
Bugün mücadele ettiğimiz salgın hastalıklar biyolojik çeşitlilik üzerinde oluşan baskıların insanlar üzerinde nasıl yıkıcı etkilere yol açabileceğini gösteren en önemli örneklerden biri.
Salgın hastalık yüzünden şimdi evlerimizde izole olduk.
Ama bilincimiz çoktandır doğadan izole olmuştu zaten.
Problem bilincimizde. Problem, kendimizi çevremizdeki fark edemediğimiz birlik ve ahenkten ayırmış olarak yaşamamızdadır. Problem, bilincimizi sadece ego merkezli çalıştırmakta ve sadece görünen maddesel amaçlara yöneltmekte…
Problem araç olması gereken maddeyi amaca çevirmekte…
Maddeye öncelik veren değer yargılarımızla canın ve canlının değeri kalmamıştı. Çoktandır bir bitkiye, bir hayvana onu karşılıksız seven gözlerle bakmamıştık, ondan bir meta olarak nasıl faydalanabiliriz gözüyle bakıyorduk.
Bu gözler bize Biyoçeşitliliğin yerine insan konforuna yönelik üretilen ürün çeşitliliğini getirdi.
Maddeye öncelik veren değer yargılarımızla kendi türümüze bile değer vermeyi unuttuk. Fakirliği ve toplumsal adaletsizlikleri yok edemedik.
Maddeye öncelik veren değer yargılarımızla kendi doğamızı da unutuyoruz. İnsanoğlu olarak diğer canlı türlerini diğerlerine veya diğer milletlere üstünlük kurmak için yok ediyoruz, daha çok maddeye sahip olmak için yok ediyoruz, öfke hırs ve zevklerimiz için yok ediyoruz. Oysa doğadaki canlılar hayatta kalmak için ya da çok aç olduklarında öldürürler.
Sahi insan neydi?
Aristoteles insanı insan yapan şeyin etik değerler olduğunu söyler. Bir insanın sadece biyolojik bir varoluşun ötesinde, bir bilinç varoluşuna sahip olduğunu o yüzden insanın bir bitki gibi sadece iyi beslenerek ya da bir hayvan gibi sadece içgüdüsel yaşayarak sahip olduğu kapasiteleri geliştiremeyeceğini ve insana özgü mutluluğa ulaşamayacağını söyler.
İnsan etikten uzaklaşınca insani gelişimden de, kendi doğasından da uzaklaşır. İnsan yaşamını renklendiren canlandıran şey “etik”tir; yani bazı değerler: Adalet, dürüstlük, sevgi, cesaret gibi yüzlercesini sayabileceğimiz ve filozofların üzerilerine eserler yazdıkları birtakım evrensel değerler. Milliyetten, ırktan, cinsiyetten, bağımsız olarak tüm insan varlıkları için geçerli olan etik değerler. Evrensel, zamansız ve bilinci yükselttiği için yüksek etik değerler.
İşte insanda geliştirilmesi gereken, insanı insan yapan, insan doğasına uygun olan buydu. Aristoteles etik değerlerin insan doğası için olduğunu, insanının kendinde etik değerler geliştirmek için uygun yaratılışta olduğunu söyler. Yani bir insan erdemli olmak için çok çaba gösterirse sonunda daha erdemli hâle gelebilir çünkü bu insan doğasına uygundur. Çünkü doğada hiçbir canlı kendi doğasında, özünde olmayan şeyi geliştiremez. Bir elma tohumu ekip armut ağacı çıkmasını bekleyemeyiz. Ve her varlığı, kendi doğasına uygun şeyleri yapmak mutlu eder. Böylelikle insan da insana ait olan mutluluğa ulaşabilir. Tüketmek, yok etmek, bozmak nasıl mutluluk getire bilir ki? Oysa büyütmek, çoğaltmak, beslemek ve bunu da maddesel bir amaç için değil de kendi doğamız bunu gerektirdiğinden, kendi isteğimiz büyütmek, korumak olduğu için, bilinçli, gönüllü olarak yaparsak mutlu oluruz.
Bütüne faydalı olma bilinciyle hareket etmeliyiz.
Her şeyi doğanın bir parçası olarak görüp kendimizi bu resmin dışında tutuyoruz. Ama gerçek bu olmadığından eylemlerimizin sonucuyla yüzleşiyoruz.
Eğer çocuklarımıza daha iyi bir yaşam bırakmak istiyorsak, kalan ömrümüzün kalitesini artırmak istiyorsak bütüncül bir bilinç durumuna geçmeliyiz.
Kant’ın söylediği gibi öyle şeyler istemeliyiz ki davranışımız evrensel yasaların bir parçası olsun, doğayla uyumlu olsun.
Küresel ekosistemin uyumlu bir parçası olmalıyız.
Canlıların nesillerinin koruma altına alınması için doğal yaşam alanlarına müdahale etmeyelim.
Doğal ve yerel tarımı tercih edelim.
Unutmayalım, zarar veren tüketimden ve aşırı tüketimden kaçınırsak zarar veren üretimler de yok olacaktır.
Doğal denge bütünü desteklemeyen canlı türlerini kısıtlar ya da soylarını tüketir.
Doğa bize sürdürülebilir katkı sundukça hayatta kalamayız. Biz doğaya sürdürülebilir katkı sundukça hayatta kalırız.
Bir bilgelik hikâyesi anlatmak istiyorum:
Günlerden bir gün, zengin bir baba, çocuğunu bir köye götürür. Bu yolculuğun amacı insanların ne kadar fakir olabileceklerini ve kendi zenginliklerini oğluna göstermektir. Çok fakir olan ailenin çiftliğinde bir gece ve bir gün geçirirler. Yolculuktan döndüklerinde baba çocuğuna sorar:
“Evet, ne öğrendin oğlum?
Çocuk yanıt verir: “Şunu öğrendim baba; bizim evde bir köpeğimiz var, onlarınsa dört. Bizim bahçenin ortasına kadar uzanan bir havuzumuz var, onlar ise sonu olmayan bir dereleri. Bizim görüş alanımız ön avluya kadar, onlar ise tüm ufku görebiliyorlar.”
“Teşekkür ederim baba, ne kadar fakir olduğumuzu gösterdiğin için!”
Doğru değerlere sahip olarak, onları içselleştirilmeliyiz ve bunlarla paralel, tutarlı düşünceler ve bakış açısıyla, giderek davranışa dönüşen ve süren bir yaşam tarzı oluşturulmalıyız.
Herkese gerçek zenginlikler dilerim.
MURAT BEŞPARMAK
Yaşamın Renkleri Videosunu İzlemek İçin: