EKOLOJİYİ SAPTIRMAMAK İÇİN
Çağdaş dünyanın sorunlarının her derde deva, mucizevi ilacı mı? Pislik ve kötülüklerden arındıracak yeni bir totalitarizm tohumu, tehlikeli bir ütopya mı? Anti-hümanist, gizemli-duygusal bir gerileme mi? Gezegenimizin maruz kaldığı zararların ivediliği karşısındaki geçici çare mi? Artık bu sorular ekolojiyi kaçınılmaz bir şekilde zorlamaktadır.
Ekolojiyi beterin beteri bir reçete hâline getirecek kısır şemalar ve aşırılıklara düşmeden, “doğa” tasarımımızı, doğa ile ilişkilerimizi yeniden oluşturma yolunda nasıl değiştirebiliriz?
İdeolojilerin sonunu kötü şekilde yaşayan bir toplumda bulunuyoruz. Bildik mevziler kayboldu ve Fransa’da daha önce de var olan iki unsur onların yerini aldı: bir tarafta belli bir aydın kesim içinde ırkçılığa karşı mücadele, sınıf mücadelelerinin yerini aldı. Ancak bugün görüyoruz ki, Paul Yonnet’nin[1] de iyi bir şekilde gösterdiği gibi, ırkçılık karşıtlığı, yabancı düşmanlığı ve ırkçılık -ki biri diğerini güçlendirir- düşüncelerine bir geri dönüşü de içinde barındırabilir. Diğer taraftan insani yardım, toplumsal dayanışma ve iyilikseverliğin ifade şekli haline geldi. Fransa’da daha önce de var olan bu iki eğilim, ideolojilerin çöküşüyle boşalan yeri bütünüyle doldurdu.
Bütün bunlara, anglo-sakson ülkeleri ve Almanya’dakilere oranla Fransa’da daha az yankı bulan, savaşa kadar ciddiye alınmamış ve Fransız düşünce biçimiyle de pek bağdaşmayan bir üçüncü unsur, ekoloji de eklendi. Bu yeni gelenle etik üçleme tamamlandı. Birileri ırkçılık karşıtı savaşla, diğerleri insani yardım yoluyla her şeyi düzeltebileceklerini zannetti. Böylece ekoloji sonuçsuz kaldı. Her üç durumda da, her şeyi gerçekliğin görünümlerinden sadece birisiyle açıklayabileceğini ileri süren, ideolojiye özgü bir bakış açısı söz konusudur. Global bir dünya görüşü olmak isteyen ekoloji, şu anda dünyayı açıklayan biricik bakış açısı olmaktan uzak, sadece bu anlamdaki farklı bileşenlerden biridir.
DOĞA’NIN BETİMLENMESİ
Ekoloji’nin ana sorunu ne kirlilik ne de çevre problemleridir. Sorun öncelikle doğanın betimlenmesidir.
Daha iyi anlaşılması için, Orta Çağ’da dünya olgusunun, merkezinde Tanrı’nın yer aldığı, Tanrı, İnsan, Doğa üçlemesi üzerine kurulduğunu hatırlayalım. Orta Çağ’ın sonunda, Hristiyan tanrıbilimi, ruh ile donanmış bir özne olarak doğayı bu üçlemeden çıkardı. Günümüzde doğanın nesne olarak kavranışı esasen bir Descartes öncesi, Yahudi-Hristiyan mirasıdır. Bu aynı zamanda doğanın kendi özünde bir değeri olduğunu düşünmeyen ve onu insanı korumak için korumak isteyen reformcu ve faydacı ekologların da Doğa kavrayışıdır. Rönesans’tan itibaren, Modernite ile birlikte Tanrı dışlanmış, insan merkeze yerleştirilmiştir. Bugün ise, romantik ve köktenci ekologların merkeze koydukları Doğa’dır. Onların dünya tasvirleri artık moderniteninkinden farklıdır. Böyle olmakla birlikte, Doğa’yı ayrıcalıklı bir yere koymakla, öncelleriyle aynı dışlayıcı mantığı paylaşıp, aynı kısıtlayıcı sistemi başarmaya çalışmışlardır. Bu aslında birisi uğruna diğerinden vazgeçmek değil, bazen Tanrı’yı, bazen de Doğa ve İnsan’ı yükseltmeyi, başka bir deyişle bir bütünleşme mantığını gütmektir.
Doğa tasvirimizi değiştirmek ki günümüzde de durum bunu göstermektedir çünkü milyonlarca batılı bugün bir şekilde ekolojiye bulaşmıştır- aynı zamanda insandan ve Tanrı’dan anladığımızı da değiştirmektir. Post-endüstriyel (endüstri sonrası) ve post-modern bir çağda yaşarken, sırf Yahudi-Hristiyan ve Descartes yanlısı bir düşünceyi korumaya çalışmak, mücadeleyi geriden takip etmektir. Antropolojinin bize diğer kültürler hakkında öğrettiği şeylerle bütünleşmeksizin modern kültür noktasında durmak, bilimsel çözümlemelerin bir boyutunu ihmal etmek demektir. Böyle bir yaklaşım ekolojist dünya görüşünü çeşitli çılgınlıkların ortaya çıkmasına ve aşırılıklara götürür. Gerçekte, geleneksel ve arkaik görüş bize modernitenin ötesinde perspektifler sunabilir. Bu, modernite öncesine bir geri dönüş değil, modernite sorununa doğru bir açılım anlamına gelir.
Geleneksel toplumların sahip olduğu dünya görüşü bir ütopya değildir. (Ütopya sonradan ortaya çıkan bir icattır). Söz gelimi eski Mısırlılar için, doğa mükemmel değildir. Olayların doğal akışı yıpranmaya, çözülmeye, şiddete, vahşete, yani insanlık dışı şeylere doğru götürüyor. Edindiğimiz hiçbir şey hak edilmiş bir hak değildir. İnsana özgü bir çabayla her gün, “güneşin yeniden doğmasını sağlamak” için çalışmak gerekir. Bu görüşün Rönesans ile uzak yakın bir bağlantısı yoktur.
Öte yandan, bu toplumlar için doğa bütünüyle maddi değildir. Aynı zamanda, temel moral değerlerin birleşerek bir ruh meydana getirdiği bir enerjidir. Burada dünyanın ruhundan söz ediyoruz. Ancak doğa canlı olduğu için ona boyun eğmek zorunda değiliz. Amerikan Kızılderili’si avlandığı, bir ağacı kestiği, kendi ihtiyaçlarını gidermek üzere doğadan yararlandığı için ne utanç duyar ne de kendini suçlu hisseder. Fakat onun değerlerine ve doğa tasvirine göre, bunlar ancak doğayla kurulan bir tür manevi ilişki çerçevesinde yapılabilir. Kendi ihtiyacı için kullanacağı bitki ya da hayvanı elde ederken onların kendi haysiyetlerini tanıdığı bir ilişki dâhilinde kabul eder. Onlara ne işe yarayacaklarını açıklar, işte böylece, kendileri gibi doğa ürünü olan diğer şeylere göre yücelir, manevi bir boyuta ulaşarak haysiyet ve saygınlık kazanır, sıradan bir odun ya da et olmanın ötesine geçer. Burada doğayla kurulan, bir güç ilişkisi değil, bir duygu ve işbirliği bağıdır. En eski av törenlerinde bile, hem öldürülmesi istenen hayvanı yakalamak için bir savaş töreni, hem de hayvanın ait olduğu grubun kolektif ruhuyla ilişki kurma töreni söz konusudur. Her ne kadar av, o sürünün büyüklüğünü azaltıp onun çoğalmasını ve gelişmesini engellese de.
Çoğu toplum hiçbir zaman Doğada her şeyin tanrısal ya da kutsal olduğunu düşünmedi. Örnek olarak, bir hayvan, bir dağ, bir ağaç bir bütünün kimliğini temsil eder ve kutsal bir nitelik kazanır. Çünkü o, kendinden başka, kendini aşan, dolaysız maddi işlevini aşan başka bir şeyin taşıyıcısı haline gelir. Fakat hiçbir tür kendinde kutsal değildir. Söz gelimi Hindistan’da ineklerin tabu haline gelişi, geleneksel toplumun yozlaşmış bir biçimidir. Geleneksel insan doğadan faydalanırken bundan hiçbir rahatsızlık duymaz çünkü bu işi saygılı bir yaklaşımla ve doğaya bir haysiyet bahşederek yapar. Bir şehir inşa ederken, evrenin küçük bir modelini kurar. Dünyayı yaşanabilir, yani insani kılan işte bu kozmik ilişkidir. Kendi evim, şehrim ve bütün evren arasındaki ilişki var olduğu sürece, insanileştirmek denen şey mümkündür. İnsancılık ancak tikel ile tümel arasındaki ilişki kurulduğu takdirde mümkündür. Bu ilişki sadece doğanın çeşitli tezahürleri arasında değil fakat daha derinlemesine yaşamı sağlayan çeşitli etmenlere sağlanmalıdır. Söz gelimi ışığın ve güneşin hareketlerinin mevsimleri görebilmemizi sağlaması gibi. Eğer evimi kuzeye yöneltirsem soğuk ve nemli olacağını bilirim. Eğer güneye yöneltirsem çevre koşullarından daha iyi yararlanmış olurum.
Geleneksel toplumlar pragmatiktiler ve her türlü duygusallıktan uzaklardı çünkü ren geyiği, bizon ya da bir başka hayvanı kullanırken hiçbir şey boşa harcanmazdı. Burada söz konusu olan ekolojik toplumdur. Ekoloji, doğanın -bu temel olandır- her şey demek olmadığı bakışı çerçevesinde yeniden değerlendirilmelidir.
Bu bağlamda düalist bir doğa kavramına saplanarak kendimizi, bir tarafta insanileştirilmiş, insanoğlunun hizmetine sunulmuş bahçe-doğa, diğer tarafta kendisinin ve başkasının hizmetinde, vahşi, balta girmemiş-doğa ikilemi arasında bir seçim yapmaya mahkûm etmemiz gerekir. Bu keskin ve dışlayıcı zihniyetten sıyrılıp, ruhsallığı da kullanarak insan ve doğanın daha uyumlu ve daha doğru kavranıldığı bir yere gelemez miyiz? Romantik olanla ruhsal olanı birbirine karıştırmazsak, entelektüellerin büyük bir çoğunluğu için harika bir tabu nesnesi anlamındaki kutsal olana bağlanırsak bu mümkündür. Doğayı budalaca bir dinin kaynağı haline getirmeksizin çok daha tatmin edici bir ilişki şekli bulunabilir.
Doğa, ne insanlar tarafından dizginsiz bir biçimde sömürülen-bu tutumdaki aşırılıktan bilinen sonuçlan ortaya çıkardığı- cansız nesneler yığınına, ne de çocuksu ve duygusal bir dinin tapınma nesnesine indirgenebilir.
DOĞA VE KÜLTÜR
Doğuştan sahip olunan doğaya, sonradan edinilen ise kültüre karşılık gelir. İnsanoğlu bilincin ve milyonlarca yıl boyunca doğuştan gelen ve sonradan edinilen arasında kurmuş olduğu ilişkinin, yani olayların doğal akışını altüst eden kültürün bir ürünüdür.
Romantik ekologların yaptığı kendiliğindenciliktir. Doğuştan gelene geri dönüş için kurdukları ütopik rüyalar ve saptıkları yanlış yol aslında onları barbarlığa geri götürüyor. İyi bir vahşi hiçbir zaman var olmadı. Sonradan edinilmiş olana karşı, doğuştan gelene geri dönüş gibi bir sorunumuz olamaz. Bu türden bir çevreciliğin bizi götürebileceği budalalıklara değin, çok güzel bir örneğimiz var . Çevreci rock şarkıcısı Sting’in arkadaşı olan Payakan adındaki şu meşhur Amazon yerlisi. Çevreciler için doğanın bağrından çıkmış olan bu adam fotoğrafını bir güzellik ürünleri zincirine satarak çevreciliği kendi çıkarlarına alet etmesini iyi becerdi. Özel bir jet uçağına sahip olan bu doğa adamı Haziran 1992’de tecavüz suçundan hapse atıldı. Diğer boyutlarla bütünleşmeyen bir ekolojist zihniyet saflaştırıcı bir güç demek olan başka bir potansiyel tehlike teşkil eder. Doğaya, siyasete, ahlaka dair her şeyin kirlendiği bir dünyada yaşıyoruz. Öyle görünüyor ki demokratik sistem başlı başına bu kirlenmenin kaynağıdır. Tohumlarını çevre hareketinde barındıran saflaştırıcı bir ideolojinin aciliyeti gerçek bir tehlikedir. Hiçbir geleneksel toplum, gerek doğa düzleminde gerekse etnik düzlemde bugünkü gibi bir temizlik kışkırtmasına aşina olmamıştır çünkü bu ikisi arasında belirgin olmayan derinlemesine bir bağ vardır.
Ancak, bizi insanilikten uzaklaştıran, doğuştan geleni seçmek yerine diğerini dışlayıcı biçimde sonradan edinileni seçmek, daha iyi bir tercih değildir. Luc Ferry’nin[2] dediği gibi, “insan bir karşı- doğadır. Bu da hümanizmin temelidir”. Eğer “özgürlüğün, kendimizdeki doğallığı söküp atabilme gücü olduğu ve bunun en üst düzeyde kültürel yeterlilik”(2) olduğu doğru ise, köksüzleşmek; ana babamızı kaybetmek ve yetimler doğurmak anlamına gelir. Köklenmek sadece aslını ve geçmişini kabul etmek demektir; ona köle olmak değil. Genel anlamda kültürel çöküş tarihe, coğrafyaya, kendi dillerine yabancı, nereden geldiklerini, nerede olduklarını bilmeyen ve kendilerini ifade edemeyen insanlar yarattı. Böyle bir şeyi kim gerçekleştirmek isteyebilir? Doğaya ve kültüre karşı konulamaz. Ancak bu ikisinin ittifakı bizi ortaya çıkarır ve insan olmamızı sağlar.
İnsanın mükemmelliği her tür ezoterizmin temelidir. Yahudi-Hristiyan düşüncesinin manevi ve dinsel çevreye nüfuzuyla insanın mükemmel olarak yaratıldığı ve evrim geçiremeyeceği düşünülür. Bu dışlayıcı düşüncenin hatası, insanları ateizme ve güdük tartışmalara götürmesidir.
Başka bir mantığa gitmek için post-moderniteyi kabul etmeliyiz. Günümüzdeki “yenilik için yenilik” geleneği zamanını doldurdu ve artık savunulamaz. Nesne ve insanlaşma arasına konan mesafe azalıyor. Bu durum nesnelerle bizim aramızdaki uzaklığın gitgide artan ölçüde bilince çıkmasının bir ürünüdür. Bu boşluk bizim imgelemimizle ve zihinsel ifadelerimizle doluyor. Eğer dışlayıcı bir imgelemimiz varsa bu boşluk uçurum haline gelir. İlişki kuran bir imgelem ise kuşkusuz daha olumlu bir yere götürür.
Bizler, çevreciler gibi politikadan farklı olarak ne yapılabileceğini soran ve gitgide kalabalıklaşan insanların bir parçasıyız. Bizler sadece protesto etmeyi, sadece karşı olmayı bilen ya da ulusal Cephe’de (Fransız ırkçı, faşist hareketi, Ç.N.) bir azınlığın çıkarını savunan değil, hayatın ve değişik tutumların karşısında bir tavır almak isteyen, somut sorunlara somut çözümler arayan insanlarız. Çünkü ekolojiyi de bizim hedeflerimizi ve kararlarımızı sorun olarak önüne koyuyor. Gelişmek ama ne için? Bu, yaşam seviyesini yükseltmek ve ilerlemekle aynı anlamı taşımaz. Bunu ancak şimdi fark ediyoruz.
Fernand SCHWARZ
Çeviri: Atilla KARA
KAYNAKÇA
[1] Paul Yonnet, Voyage aucentre du malaise français, l’anti-racisme et le roman national, Gallimard.
[2] Luc Ferry, “le nouvel ordre ecologique,” “l’arbre, Panimal et l’homme”, Grasset.