KİTAP TAVSİYELERİ – 5
Yıllar önce Japonya’ya seyahatimde Budist bir çift tarafından ağırlanmış ve evleri son derece küçük olduğu için çalışma odasında yere serilmiş bir yatakta uyumuştum. Çalışma odası dediğime bakmayın çünkü esasında bu oda, yatak odasına uzanan küçük bir koridordan ibaretti. Eve girdiğinizde adımınızı doğrudan mutfağa atıyordunuz. Bütün ev, bu kadardı. Sabahları yere oturarak soya yoğurdu ve muz yerdik. Ben de 5 gün boyunca bu vegan tipi beslenmeye esasında büyük bir memnuniyet ve kendimdeki etkilerini merakla izleyerek devam ettim.
Bu küçücük evdeki düzenleri hayranlık uyandırıcıydı. Çok az eşyaları vardı ama ev, gerçekten çok az eşya için bile küçük sayılabilirdi. Ceketimin gevşeyen düşmesini sağlamlaştırmak için ev sahibimizden iğne ve iplik rica ederken içimdeki merak duygusunun nasıl yükseldiğini şimdi bile hatırlıyorum. Evde her şey yolunda ve yerleşim son derece düzenli görünüyordu ama acaba evin içerisindeki bütün bu düzen, sadece dağınıklığın ortadan kaldırılmasını hedefleyen bir toparlama mıydı yoksa yaşayan ve işlevsel bir düzen miydi? Biz, büyük ve eşyalarla dolu evlerimizde bile bazen iğne, ipliğe giden yolu karıştırırken bu denli hafiflemiş ve özgürleşmiş olabilirler miydi? Ev sahibimiz, üst üste duran küçük kutulardan birine uzandı. Çekti ve arkasından başka bir kutu daha çıkardı. Bu kutunun kapağını açtı ve içinden istediğim iğne ve ipliği bana uzattı. Ne aradığını ve nerede bulabileceğini gayet iyi biliyordu.
Onların yanında geçirdiğim 5 günün sonunda seçtikleri sade yaşama büyük bir hayranlık duyuyordum. Seçtikleri yaşam, sadece evin metrekaresini değil, eşyaların ve kıyafetlerin sayısını ya da beslenme şeklini de içerir şekilde bütünseldi. Bu küçük ev ve sakinleri, dünyanın kalan kısmına karşı son derece şefkatli ve duyarlılardı. Bu şefkat ve duyarlılıkları onlarda yaşamanın bir stiline dönüşmüştü.
Dünyanın büyük bir kısmı ise bambaşka bir çılgınlığın içinde… Dijital dünyanın yarattığı imgesel katliam, kendini satın aldığı ürünler üzerinden değerlendiren ve ihtiyacının çok üzerinde bir satın alma alışkanlığına sahip tüketim çağı insanlığı, istifçilik, saldırgan beslenme alışkanlıkları, karmaşık yaşamlar, karmaşık zihinler ve karmaşık iletişim şekilleri… Sadelik, basitlik, ölçülülük ve duyarlılık, kapitalist eğrilere hizmet etmediği için propaganda makineleri tarafından da ödüllendirilen alışkanlıklar arasında yer almıyor. Bu yaşam şekli, görünen o ki, tırnağıyla kazıyarak kendi yerini kazanacak. Günün birinde su kaynaklarımızı tüketeceğimiz, soluyacağımız havayı kirleteceğimiz, iklim dengesini bozacağımız, sağlıklarımızı kaybedeceğimiz ya da yoksullaşacağımız korkusuyla değil; daha büyük bir birliğe ait olma bilincinin taşıdığı duyarlılık sayesinde hayata yer açacak, bende olanla yetinmeye başlayacak ve rekabetçi yaşam stillerini terk edeceğiz.
Bu bir çılgınlık zamanı ve eninde sonunda bu çağın ruhu uyanacak, kendisi ve geleceği için gerekli dersleri çıkaracaktır. İçtenlikle şimdiki zamanın tüm aşırılıklarının, geleceğin dünyasını şekillendirmede yol gösterici olacağına inanıyorum. Bu sebeple Feniks’in bu sayısında basit yaşam ve minimalizm konusunda yazılmış birkaç mühim esere yer vermek istedim.
Birincisi, Japonya’daki 450 yıllık bir Zen tapınağının başrahibi olan Shunmyo Masuno’ya ait olan Basit Yaşam Sanatı. Hayatın karmaşasından ne kadar yakınsak da kendi yaşamlarımızı basitleştirmenin bir yolunu bulamıyorsak dünyayı değiştirmek gerçekten zor olacak. Dünya istediğimiz bir yönde ilerlemiyorsa belki de yapmamız gereken en iyi şey, basit bir yaşam sürmeyi öğrenmektir. Bu basit yaşam stilinin, duyarlı ve kendi dışında olanlarla eklemlenmiş doğası sayesinde zenginleşmenin yollarını açabileceğini fark etmektir.
İkincisi, Cal Newport’un kaleme aldığı Dijital Minimalizm kitabı. Sonu gelmez haber, dedikodu ve görsel bombardımanının bizi manik bilgi bağımlılarına dönüştürdüğü bu çağda, kendi başımıza vakit geçirebilmenin, boş zamanın hakkını verebilmenin, dijital temizliğin ve yükselen dikkat direnişinin üzerine konuşmanın vakti geldi de geçiyor bile. Bu kitap, artık birkaç aylık çocuklardan başlayarak herkesi etkisi altına alan ekran bağımlığı ve teknoloji yorgunluğu sarmalından kurtulmak için bir yol haritası sunuyor.
Üçüncü kitabımız da James Wallman’ın kaleme aldığı İstif Çağı… Wallman, bu istifçilik çılgınlığına karşı çözüm olarak, değerlerimizi dönüştürmemiz ve sahip olduğumuz şeylerden ziyade deneyimlerimize odaklanmamız, yeni bir saat ya da yeni bir çift ayakkabı yerine dostlarımızla birlikte geçirdiğimiz zamana ve paylaşabileceğimiz deneyimlere odaklanmamız gerektiğini söylerken diğer yandan her şeyi elinden çıkaran bir yöneticiden, uzak bir dağ kulübesine taşınan hâli vakti yerinde bir aileye tüketim çılgınlığına sırtını dönen insanların hikâyelerine yer veriyor.
Dikkat edin, bu çağın tüm çılgınlıkları iç yaşamımıza aynı çatlaklardan sızıyor. Onlarla mücadele edecek insanlığın yapması gereken esasında fazlaca karmaşık, teknik ya da detaylı değil: gerçek anlamda bir kendimizle kalabilme becerisi. Kendimizle, kendi iç dünyamızla, kendi yolculuğumuzla ve kendi kaynaklarımızla kalabilme becerisi. Antik zamanlarda olduğu gibi yeniden kendi iç olasılıklarımıza ve değerimize dönme ve onları geliştirme kararlılığı.
Hayatınız size mi ait? Durup bir daha düşünün.
Budizm’de jomyo kelimesi her bir insanın ömür süresini ifade eder. Her birimizin kendine has bir jomyo’su vardır. Başka bir deyişle hayatta olmak, size verilen jomyo’nun değerini takdir etmek ve ona hakkını vermek demektir. O sizin mülkünüz olmaktan ziyade bakımı size emanet edilmiş nadide bir armağandır.
Onu nasıl kullanacaksınız?
KEMAL KARADAYI