YAVAŞLA
Günümüz yaşam şekline biraz olsun göz gezdirildiğinde, oldukça hızlı yaşanıldığı görülebilir. Gerek yönetim biçimi, gerek teknolojinin gelişimi ile gelen hızlılık sonucu, hayatlar da olabildiğince hızlı bir hâldedir. Hiçbir yerde ve hiçbir şekilde beklemeye ya da yavaş hareket etmeye tahammül yok. Hele ki büyük şehirlerde yaşanılıyorsa, bu inanılmaz boyutlara erişir ve daha önce yaşanılan şehirden biraz daha küçük bir şehre gidildiğinde o şehir kişiye yavaş gelir ve kişiler buna dayanamaz. Tabi ki bu hız hayatın her planına yansır; gerek fiziksel gerek duygusal gerek zihinsel olarak. Bu hız sonucunda insan kendini dinleyemez hâle gelir. Beden ne istiyor, duyguların, zihnin neye ihtiyacı var? Kişi kendini dinlemediği için fark etmez ve bu unsurları kendi hâline bırakır. Hâl böyle olunca, her biri insanı farklı yöne çeker, çünkü onları yöneten üst bir bilinç yoktur.
Gelişen teknoloji karşısında o kadar hızlı hareket ediliyor ki, telefon, tablet, bilgisayar, televizyon derken insan kökensel olarak yalnızlaşıyor. Herkes akıllı telefonuna gömülmüş sanal dünya içerisinde yaşıyor. Adı üstünde dünya sanal olunca yaşamlar da sanal oluyor. Bir toplum içerisinde yaşanıldığı unutuluyor, birlikte ilerlemeye çalışan kişiler olduğunun farkına varılmıyor. En yakındaki kişilerle sohbet etmek unutuluyor ve bu yalnızlık insanı bireyselleştiriyor; insanın bütünsel bakış açısı kazanmasına set çekiyor.
Bu hız içerisinde süren birlikte yaşam kentlere de yansır. Çünkü bir toplumda ne meydana geliyorsa, içerisinde bulunduğu kentte meydana gelir ve bundan kent de etkilenir. Kentler yapısal olarak insanlara benzer, çünkü onları insanlar oluşturur. İnsanda hangi unsur varsa, kentlerde de o unsurlar vardır. Antik kentlerde bu kentin oluşum sürecinde bilinçli bir seçimle yapılırdı. Günümüz kentlerinde bilinçli bir seçimle yapılmasa da, insan kendinde bulundurduğu unsurlarla kentleri inşa ettiği için kentler ve insanlar birbirine benzer.
Hint felsefesine göre insanı oluşturan 7 unsur vardır. Bu yedi unsur alt dörtlü ve üst üçlü olarak ikiye ayrılır. Üst üçlü evrensel olan, ölümsüz olan, spiritle ilgili olandır. Alt dörtlü ise kişilik olarak geçer ve insanın ölümlü olan kısmıdır, fizik beden, enerjetik beden, duygusal beden ve zihinsel beden olarak dörde ayrılır.
Bu kentlere de uyarlanabilir; fizik beden kentlerin fiziksel yapısıdır (kentlerin şeklini oluşturur), enerjetik beden kültürel yapıyla ilgilidir, duygusal beden sosyal yapıya ve zihinsel beden toplumsal yapıya denk gelir.
Tıpkı insanda olduğu gibi kentlerin fiziksel yapısı da bir kente gidildiğinde ilk görülen kısımdır. Fakat bir kentin derinlerine inilmediğinde, diğer unsurları yaşanmadığında, onun sadece fiziksel görünüşüyle sınırlı kalınır ve bu oldukça sığ bir bakış açısıdır. Sadece gidilecek yer düşünülür ya da görülen bir yapının ruhu, tarihi, aktarmak istediği bir mesajı var mı bunlarla ilgilenilmez. Birçok tarihi yapının önünden geçilir, müzelerde mitolojik ögelerle karşılaşılır –ki onlar da bir kentten getirilmiştir– bir yaşanmışlığın, anıların önünden öylece geçip gidilir. Bir kentle derinlemesine temas etmek için sırasıyla tüm unsurlarını tanımak, sonrasında da o kentin ruhuna erişmek, varsa kentin erdemine ulaşmak gerekir. Kentlerin de sahip olduğu erdemler vardır; özellikle antik kentlerde bu görülebilir. Örneğin Sparta kentinin erdemi cesaret, Atina kentinin erdemi bilgelik, Perge kentinin erdemi çalışkanlık, Bergama kentinin erdemi sağlıktır. Antik kentlerde o kentte yaşayan kişiler bu erdemleri yaşayarak, o erdemler ışığında eğitilerek büyütülürlerdi ve onlar da bu erdemlere ve tabi ki daha fazlasına sahip olurlardı. Günümüz kentlerine bakıldığında sahip oldukları erdemlerden bahsetmek biraz zordur.
Kentlerin kültürel yapısı incelendiğinde, kentlerde oluşan kültürün o kentin enerjisini meydana getirdiği söylenebilir. Her kentin bir kültürü vardır; çünkü yaşanmışlık bir kültür oluşturur, bu kültür yıllar geçtikçe gelişir ve aktarılır. Bu kültür sayesinde kentler canlılık kazanır. Mesela Karadeniz Bölgesi kültürü denilince akla gelen ilk kültürel unsurlardan biri “horon” dur, Ege Bölgesi’nde “zeybek”tir. Ya da masallar, söylenceler, türküler bir kültürü anlatır. Bir kentin kültürel yapısıyla ilgilenilmezse, insanlar o kültürü kaybetmeye mahkûm olur. O kültürle ilgili hayaller kurulmazsa, o kültür geleceğe taşınmazsa unutulur; tıpkı unutulan diller gibi. Bir dil, şive ya da ağız da bir toplumun kültürüdür, çeşitliliği, zenginliğidir. Fakat konuşulmadıkça enerjisini kaybeder.
Sosyal yapı insandaki duygusal bedene denk gelir. Bir toplumun sosyolojik yapısı, kültürel yapısıyla iç içedir ve bu iki yapı birbirini etkiler. Bir kentteki sosyolojik yapı ile birlikte kentin duyguları oluşur. Sosyal yapı bir bütünün parçalarının kendi içindeki düzenleniş biçimini, kendine özgü olanı ifade eder ve bu kendine özgülükle birlikte kente bir duygu katar. Sosyal yapı nüfusun durumunu, ailenin tarihini, geleneklerini, göreneklerini, inançlarını, eğlencesini, yemeklerini ifade eder. Tüm bu çeşitlilik sosyal yapıyı oluşturur ve insanlar kentlerin duygusunu bu yapı ile hisseder ve yaşar. Sosyal yapı çöktükçe kentler de duygusuzlaşır ve soğuk bir havaya bürünür. Kentler hissedilemez hâle gelir. Toplumsal yapı, “Herhangi bir toplumun ya da toplumsal kümenin yerleşik örgütleniş biçimi” olarak tanımlanır. Burada dikkat edilmesi gereken kelime öbeği “yerleşik örgütleniş”tir. Çünkü yerleşik düzen ve örgütlenme, insandaki zihinsel yapının bir özelliğidir. Zihinsel yapının en önemli özelliklerinden biri organizasyon gücüdür.
İnsanlar zihinleri ve bu organizasyon güçleri sayesinde kentleri oluştururlar. Çünkü kentler tüm unsurları içlerinde barındırır. Sektörel yapıdan, eğitim seviyesine, demografik yapıdan, kültürel yapıya, okul, hastane gibi donatı alanlarından, otobüs duraklarına, kaldırım taşlarına ve hatta coğrafi yapıya –vadiler, sırtlar, dağlar, denizler, ormanlar, akarsular- kadar akla gelen gelmeyen ve burada sayılmayan her şeyi içlerinde barındırır.
Oluşum sürecinde ilk gözetilen şeylerden biri coğrafi yapıdır. Daha sonra ulaşım ağları gelişir, hangi sektör gelişecek, donatı alanları, konut alanları, yeşil alanları nerede olacak, kent hangi yöne gelişecek… gibi birçok faktör ışığında kentler oluşur ve gelişir. Tüm bunlar ve daha fazlası zihinsel yapının bir eseridir. Bunlar planlanmadığında, düşünülmediğinde, kentlerin organizasyonu ölür. Kentlerin organizasyonu bütünseldir, tüm toplumun refahını düşünür. Bütünsel bakış öldüğünde ise kişisel refah ön plana çıkar, toplumsal yapı yok oluş sürecine girer.
İnsan bedenlerine bakıldığında zihinsel yapı diğer tüm bedenlerin üzerindedir ve diğer bedenlerin hepsini kapsama ve yönetebilme yetisine sahiptir. Aynı şekilde toplumsal yapı da diğer tüm kent yapılarını kapsar ve yönetir. Eğer toplumsal yapı gözetilmezse, toplumun ihtiyacı olan yeşil alanlar yok edilir, sanat yok olur veya hiç gelişmez; ormanlar yok olur, coğrafya asla göz önünde bulundurulmaz ve insanlar betondan bir orman içerisinde yaşamaya başlar. Bir doğal afet olduğunda toplanacak bir alan, kaçacak, nefes alacak bir mekân olmaz. Kentler çöp yığınına döner. Musluktan akan su biter, kente güneş doğmaz; herhangi bir rüzgâr kanalı planlanmadığından dolayı kente rüzgâr girmez; dolayısıyla hava kirliliği yaşanır. Planlanma eksikliği olduğunda estetik yoksunu, sanat yoksunu kentler ortaya çıkar. Dümdüz beton bloklar yapılır; tüm coğrafyalara, iklim, topografya koşulları gözetilmeksizin aynı düz binalar yapılır…
Peki, neden tarihi yapılar örnek alınmıyor? Çok güzel, estetik, insanın içinde iyi duygular geliştiren yapılar bırakmış atalar, neden bunlar ciddiye alınmıyor? Çünkü sadece bireysel düşünülüyor; bütünsel değil.
Hızlı yaşamdan kaynaklı olarak önemsenmeyen, görülmeyen ya da görülmek istenmeyen, planlanılmamış, içerisinde yaşarken nasıl ve ne şekilde mutlu olunacağı düşünülmemiş kentlerde yaşam devem ediyor. Eller hızla çalışıyor, zihin adeta uçucu bir madde, duygular bir akarsu gibi; bazen coşuyor, bazen dingin, hareketsiz, enerji boş yere harcanıyor ya da insan kendisiyle ve bireysel kazançlarıyla o kadar ilgili ki, bırakın bir şehri görmeyi yanındaki bir insanı bile göremiyor.
Bir kente karşı olan bakış açısı, inancı, o kentin duygusu ve zihni kaybedilmiş durumda. Dolayısı ile o kent kaybedilmiş durumda. Adeta ölü şehirler içerisinde yaşanılıyor. Peki, insanı geliştirmeyen, dönüştürmeyen “ölü” bir şeyden ne beklenir? Hiçbir şey! Biraz durup dinlenilse, görülse, koklanılsa, hissetdilse, dokunulsa her şey daha da güzel olmaz mı?
Son zamanlarda “moda” olan “Slow City” –Yavaş Şehir– kavramı insanı bu konuda bilinçlendiriyor. Bu şehirlerde sakinlik, huzur, doğa ile iç içe olma hâkim ve dükkânlar “yavaş dükkân” ya da yapılan tarım “yavaş tarım” oluyor. Buradaki yavaş kavramı endüstrinin hızla gelişmesi, kapitalizmin getirdiği hız sonucu her şeyi hızla üretme ya da tüketmeye karşı olan bir duruş. Yavaşlık, antik olanda ne şekilde yapılıyorsa, orijini neyse, o şekilde yapmayı ifade ediyor. Tarımı makineleşme olmadan eski zamanlardaki gibi yapmak, dükkânlarda zanaatı gerçekleştirmek, artizan üretim yapmak… Yaşam bir dinginlik içerisindedir. Sanat vardır fakat izlemeye ya da dinlemeye koşarak gidilmez, bir yere ulaşmak için bir vapur peşine düşülmez, insanlar yemeğini yavaş yemeyi öğrenir. Yani kalabalıklara yetişmeye çalışan endüstriyel sistem hızından uzaklaşarak insanın özünde olan yaşanılmaya çalışılır.
Öğrenmek gereken temel şey “yavaşlamak”tır. Yavaşlanıldığında hayat yakalanacak, bir çiçeğin güzelliği, bir ağacın büyüklüğü, bir dağın heybeti, bir akarsuyun coşkusu, bir denizin enginliği görülebilecek. Ve ancak bu sayede insan kendisini gerçekleştirebilecek. Bu nedenle önce ve ilk olarak ve aceleyle; yavaşla…
“Tanrım…!
Beni yavaşlat, aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir.
Zamanın sonsuzluğunu göstererek bu telaşlı hızımı dengele.
Günün karmaşası içinde bana sonsuza kadar yaşayacak tepelerin sükûnetini ver.
Sinirlerim ve kaslarımdaki gerginliği, belleğimde yaşayan akarsuların melodisiyle yıka, götür.
Uykunun o büyüleyici ve iyileştirici gücünü duymama yardımcı ol.
Anlık zevkleri yaşayabilme sanatını öğret;
Bir çiçeğe bakmak için yavaşlamayı,
Güzel bir köpek ya da kediyi okşamak için durmayı,
Güzel bir kitaptan birkaç satır okumayı, balık avlayabilmeyi, hülyalara dalabilmeyi öğret.
Her gün bana kaplumbağa ve tavşanın masalını hatırlat.
Hatırlat ki, yarışı her zaman hızlı koşanın bitirmediğini, yaşamda hızı arttırmaktan çok daha önemli şeyler olduğunu bileyim.
Heybetli meşe ağacının dallarından yukarıya doğru bakmamı sağla.
Bakıp göreyim ki, onun böyle güçlü ve büyük olması yavaş ve iyi büyümesine bağlıdır.
Beni yavaşlat Tanrım,
Ve köklerimi yaşam toprağının kalıcı değerlerine doğru göndermeme yardım et.
Yardım et ki, kaderimin yıldızlarına doğru daha olgun ve daha sağlıklı olarak yükseleyim.
Ve hepsinden önemlisi…
Tanrım, Bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için CESARET,
Değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için SABIR,
İkisi arasındaki farkı bilmek için AKIL ver…”
Hitit Duası
CANAN GÖKER