JAPONLARDA OK ATMA SANATI

Okçu Japon’u görmek için, hiç kuşkusuz anlamın ve ritüelin bizi yakalayacağı başka yüzyıla ait bir seremoniyi hayal etmek gerekir. Yay ile “zamanda yolculuğu” keşfeden, görünmeyen ama gerçek olan Japon, şövalyelerin Japonudur.

Üstat Anzavva, (1970’de öldü) Japonya’da okçuluğun en büyük ustası, Lotus pozisyonunda oturmuş derin derin düşünüyor. Şehrin gürültüsü Dojo’ya kadar geliyor, -Dojo bahçenin arkasında yer alan antrenman odası- ama o hiçbir şey duymuyor: kendinde sessizliği sağlamış. Sonra sonsuz yavaş hareketlerle, yay sol tarafta yere değer bir biçimde diz çöküyor. Ayak başparmağını tutan beyaz pabuçları içindeki sımsıkı ayaklar, parıldayan döşemenin üzerinde, en ufak hareketin bile bir ömür boyu gibi sürdüğü No Tiyatrosunun bazı koreografilerine yardım eder gibi yavaşça kayıyor. Sonunda, ayağa kalkıyor, değişik hareketler yapıyor, kayıyor, sol omuzunu sıyırıyor, diz çöküyor, hareketsiz kalıyor. O zaman yayı alıyor, beyaz tüylü birinci oku yerleştiriyor, birincisini gereken, parmaklarının arasında tuttuğu İkinciyi alıyor. Yavaşça yayın ekseni baş yüksekliğine kalkıyor ve aniden nişan tahtasına doğru dönüyor, tutulmayan ve çok uzun bir gerilimin son noktası gibi, kısa, delici ve tiz bir çığlığın eşliğinde ok çıkıyor: Kiai.

Bir an üstadın bakışları çatıda sabitleşiyor zira ruhsal olarak ok devam ediyor: bu aynı zamanda da enerjinin sembolüdür. Hiçbir şey onu durduramaz. “Bir ok, bir hayat” der 83 yaşındaki üstat Anzavva. Sonra, yavaş bir düşüş bırakılan konsantrasyon noktası ile ok çözülüyor ve üstat kendine geliyor. Eğer bir ikinci oku fırlatmazsa, geldiği şekilde dojo’nun dibine doğru kayacak, yayı yerine bırakacak, döşemeyi önden tutarak yayı selamlayacak. Artık mükemmel bir atış yaşanmıştır.

Yayı eline aldığı zamandan atışı yaptığı ana kadar en az yarım saat geçmişti. Bu zaman zarfında, üstat kendini, atış düşüncesi olmayan her şeye yabancı kılmış, iç konsantrasyonu birliğin simyası yapmıştı: İnsan yay, ok ve çatı BİR’dir. Atışın etkililiği ve ruhani işlevi, bu muhteşem birliğin elde edinilmesindedir.

Oku, saflık ve unutuşla fırlatacak olan konsantrasyon noktasıdır: amaç kendi kendine ulaşmaksa mükemmel isteksizlik böylece atışı gerçekleştirmiştir.

YAY ve OK

“Altın ve Yayın Yolu”, Kyuba No Michi, yeni değildir. Çinli okçular 11. yüzyıldan itibaren Japonları, değişik yaylar kullanarak: savaş yayı, av yayı, ayak atışı, at atışı vs. eğittiler ama “Yayın ve Atın Yolu”, bütün anlamını 12. yüzyılın ikinci yarısında, Minamoto ve Taira klanlarının zamanında kazandı.

Savaşçının “Ok ve Yayı tutan” diye ifade edildiği noktada, yay en üstün derecedeki silah olur. Bu arada, bütün zamanlarda savaşçının yayı, bir silahtan çok, savaşanın kendini özdeşleştirmek ve böylece kendi ruhsal yükseliş derecesini kanıtlamak için elinde tuttuğu varlığın sembolü gibi kabul edilmiştir. Savaşın esas silahı yay ve ok, 16. yüzyılın ortasında arkebüzün ortaya çıkışına kadar diğer silahlara karşı üstünlüklerini kaybetmemişlerdir ama silahların kullanıldığı 18. yüzyılda da, onurlu bir savaş, ok yağmurundan başka bir yolla başlatılamazdı. Bugün ok atışı tekniğinin mükemmelliğini, erişilmiş inceliğini zorlukla düşünebiliyoruz. Hızla, Kyutjsu’nun tamamen savaşçı görünüşleri, Kyudo şekli altında soylulaşır.

YAY KÜLTÜ

Aykırı olarak bu meşhur Japon yayını, 13. yüzyılda Japonya’nın Moğollar tarafından istilasına borçluyuz. Sonuçta bu istila sırasında, Japonlar Moğolların yayını; sırtında ve iç yüzeyinde boynuz levhasıyla donatılmış ve yeterince ince, yumuşak odundaki “ruhtan” yapılmış yayı keşfederler. Buna bir de, geviş getiren hayvanların kirişinin iki veya üç tabakası da eklenir; hepsi yayın esas formunu koruması için bir kalıba yerleştirilir ve yapıştırılır. Japonlar, bu üretim şeklinden de kar etmeyi bilirler ve örülmüş kabuklu veya Hint hurması dallarından halkalarla çevrilmiş ve biri diğerine tutkallanmış dut ağacı, kuş kirazı, kiraz ağacı odunu gibi diğer odunların yardımıyla kuvvetlendirilmiş bambuyu birinci madde olarak kullanırlar. Japon yayları böylece, değişik başkalaşımlar arasında bugüne kadar koruması gereken son şeklini alır.

Zaman zincirinde ortaya çıkan her boyda ve her boyuttaki yayın etkileyici çeşitliliğine rağmen, Japon savaşçılar seçimlerini, özellikle, çok az pratik olan ve kullanımı verimsiz seçimlerini, özellikle, çok az pratik olan ve kullanımı verimsiz olan bir yayın üstünde sabitleştirmişlerdir: uzun yay sonuçta 2.20 m’den 2.40 m’ye (bazen daha fazla) varan uzunluktadır ve bir S şeklinde yılankavi şeklini etkiler. Yayın gerginleştiği yer olan kulp, yayın ayağından 73 cm’ye yerleştirilir ki, gerilim bazen yayın uzunluğunun üçte birinin üstünde gerçekleşir. Yayın bu istisnai uzunluğu, Japonlara özgü kalmıştır. Diğer bütün halklar (Çinliler, Koreliler, Moğollar) daha kısa olan (1.20) ve böylece taşıması kola olan yayları uyarlamışlardır. Bunlar, genelde kemerin ortasından gerilmiş olsalar bile Japon yayı kemerin ortasının altından tutulan tek yaydır.

Japonlar her zaman, savaşta kullanımının ötesinde yaya karşı bir çeşit derin saygı göstermişlerdir. Bu yay kültüne tekrar rastlamak için Asurlulara gitmek gerekir. Asurlu yayı kesinlikle, Japon yayı gibi eski zamanlardaki nadir yaylardan bir tanesidir. Asurlularda olduğu gibi, Japonlarda da yay ve ok krallar ve diğerleri için kutsal eşyalardır; en üstün yol, kılıcın ve yayın yoludur. Silahı mükemmelce yenmenin anlamı, onun kullanımının zorluğuna sebep olan baskıları uyumlu bir şekilde çözmektir bu ise, elde dönmeye meyilli yayın gerilimini, te- linkiyle zamandaş kılmak ve yukarıya doğru sapmaya meyilli uzun oku ustalıkla yerleştirmek demektir. Bu işlemler uzun bir pratiği, vücutta mükemmel dengeyi ve derin bir konsantrasyonu zorunlu kılar.

SANJUSANGENDO ŞAMPİYONLARI

1606’dan bugüne kadar, en büyük Japon okçularının karşı karşıya geldiği yer, Kyoto’da Sanjusangendo Budist tapınaklarıdır. Atıcı güneye yerleşir ve atış kuzeye doğru yapılır. 174 cm’lik nişan tahtası yaklaşık 130 m’ye yerleştirilir. Atışın zorluğu, atıcının sağ tarafında çatının saçağı ve bundan da öte yerle saçak arasında ince yükseklik (3.80 m.) olmasından kaynaklanır. Bu mesafede, hafif eğik bir yörüngeyi izleyen okun, çatıyı tutan kalın kirişe çarpma eğilimi vardır. Bütün sanat, demek ki, en çok atışı sağlayabilmek için, yayın gerilmeye karşı çok sert olmaması şartıyla, düz bir atışı sağlayan kuvvetli bir yay seçiminden ibarettir. Yarışmaların amacı: bir günde nişan tahtasına en çok oku isabet ettirmektir.

Şafaktan itibaren atışlar başlar ve işte burada, Wassa Daihachiro ve Hoshino Kanzaemon adındaki iki samurayın 1696’daki hiçbir zaman yenilenemeyen başarısını hatırlatmak gerekir. 7850 ok (yaklaşık dakikada 9 ok) attıktan sonra Wassa’nın omuzları kan toplar, atışları ağırlaşır. Liyakatine ve cesaretine rağmen, 8000 nişan yerleştirmiş olan Hoshino’ya yenilme riskini alır. Rakibini zor durumda gören Hoshino onun yardımına koşar. Atik bir hareketle, küçük kılıcının (shoto) yardımıyla, Wassa’nın omuzlarının en çok kan toplamış yerlerini çizer, kanlar akar ve hafiflemiş bir şekilde Wassa 8133 nişan atmayı başarır, yarışı kazanır. Hesaplanır ki, boşa atılan oklarla birlikte, Wassa günde 13053 ok atmıştır. Hoshino’ya gelince o da onur zaferini kazanır. Bir insanın atik karakterini belirlemek için kullanılan “Okların ve Yayların Evi” Japon deyimini daha iyi anlarız.

Shinto için, ok genelde bir arınma desteğidir. Birçok tapınak sene boyunca evdeki temiz olmayan ve uğursuz şeylerle yüklenen okları satma alışkanlığı edinmiştir. o oklar sene sonundaki şölenler sırasında hemen yakılırlar.

SONSUZLUĞUN SAYISI

Okların üretimi bir dizi kurala bağlıdır ama bu kurallar arasında elle yapılan iş ruhsal olandan asla ayrılmamıştır. Okları kışın gün dönümünün yakınlarında keserler, sonra iki üç aya kadar kurumaya bırakırlar. Daha önce mükemmele uyan bambuyu keşfetmeyi bilmek gerekir. (200 bambudan yalnızca biri kullanılabilir). Sonunda çok düzgün bir bambu seçilir. Her bambunun düğümleri olduğu gibi, bu düğümlerin de çok fazla çıkıntılı olmaması gerekir. Demek ki üç yaşındaki bambular seçilir. Bu yaştan önce çok yumuşaktırlar, sonra da çok serttirler. Bundan başka, okların çok fazla hafif ve çok fazla ağır olmamaları gerekir. Eğer yay hafifse, bilinmesi gereken oku uygun düşürmek, en güzellerini ve aynı kalitede olanlarını seçmektir.

Eskiden okların tepelerinde, oklar havada hızla ilerlerken düşmanı ürkütecek sesler çıkaran bir çeşit bilye vardı. Okun boyu ya elverişli ya da kötülük getiren büyüklüktedir. Eğer iki ayak sekiz parmak (79 cm) ise uğurlu olarak kabul edilir. Shintoist yorumlamada sonuçta, 8 sayısı “daire” demektir. Bu sonsuzluğun sayısıdır yani nesnelerin belirsiz sayısı; 8, 88, 888, 8888 vb.

Okların üzerine koyulan tüylerin de anlamı vardır. Eğer beyaz tüyleri seçerlerse, bu karanlık yerlerde saklanan kötü ruhları avlamak içindir. Kartal tüylü beyaz denge levhalı oklar her zaman birinci sırada fırlatılırlar. Muhtemelen nişan tahtasının üzerinde işaretlenmekten başka büyüleri önlemeye de yararlar. Diğer dört ok hafif, daha kısa, bambudan ince çizgilerle çizilmiş, ikişer ikişer birleştirilmiştir ve belirlenmiş bir sırada atılmalıdır.

OKÇU GÖKYÜZÜNÜ DELİYOR

Geleneksel törenlerde ok atışında, yayın beş oku kiraz ağacı odunundan yapılmış bir sadağın içinde toplanmıştır. Japonlar bilirler ki yay kirişinin atış yapıldığı andan itibaren çıkarttığı sesin kışkırttığı duyumsal zevk bambudan yapılmış oktan başkasıyla elde edilemez. Yayın diğer özelliği: öyle imal edilmiştir ki ok kulpun üstünde, altında olduğundan iki kat daha hafiftir. Atışta, asimetrik uzunluk, hareketin büyük güzelliğinin korunmasını sağlar ama aynı zamanda iki kol arasında eşit güç dağılımını da sunar.

Demek ki ok atma pratiği, her şeyden önce bir dinginlik alıştırması ve ruhsal disiplin olarak kalır. Gerçek sanat derdi üstat Anzavva; “amaçsız, niyetsizdir”. Bir amaca ne kadar çok ulaşmak istersen, o kadar az ulaşırsın. Esas engel bir amaca doğru çok eğilmiş istektir. Şöyle de deriz: yayının bir ucundan, okçu göğü deler, öbür ucu ipek ipe bağlanmış yerdir. Eğer hızlı bir sarsıntıyla geçilirse, ipin parçalandığını görme tehlikesine maruz kalınır. O zaman insan yer ve gökyüzü arasında, geçit vermeyen orta bir pozisyonda kalır.

Her şeyden önce Herrigel adındaki Alman Felsefe Profesörünü tanımalı ve ok atmanın büyük ruhsal macerasına değer vermeliyiz. 1923’de Herrigel felsefe öğretmek için Tokya’ya gider. Zen-Allez’i anlamak ister. Ona yaşlı hukukçu arkadaşı Komachya; “O halde benim adıma üstat Anzavva’yı (1880- 1939) gör” der. Üstat Anzavva, Herrigel’e eğitim vermeyi batılı biriyle geçirmiş olduğu bir önceki olumsuz tecrübeyi hatırlayarak tereddütle kabul eder. Böylece beş zor yıl sürecek olan ki bu sürede Herrigel bir batılının Kyudo’yu anlayabileceğini ve uygulayabileceğini ispatlamıştır, çıraklık başlar. Bütün iyi hatıralarını bırakır sadece üstat Anzavva’nın hediyesi olan yayı alarak Japonya’yı terk eder. Çıraklığını ve mutlu sonunu muhteşem küçük bir kitapta anlatır; Ok Atmanın Yiğitlik Sanatındaki Zen.

KENDİLİĞİNDENLİK VE KESİNLİK

Buna rağmen, ancak üç yılın sonunda Herrigel nişan alabilmek için yay kullanma iznini alır. O zamana kadar, yayı gerçeğe ve ruha bağlamak için teknik ve ruhsal olarak çift eğitim görür. Atış yapmak için ruhun sakin, özgür ve atışı içeren bütün düşüncelerden serbest olması uygundur. Pratikte, bu duruma ulaşabilmek için aşılması gereken zorluklar sayısızdır. Bilinmelidir ki okun çıkışı, kendiliğinden ve kesin olmalıdır. Bu zorunluluk Herrigel’in peşine öylesine takılır ki o da dikkatlerden kaçan bir metot bulur. Bu metot, atışın başparmağın üzerine katlanmış parmakların ilerleyici kaymasıyla kontrol edilerek kendiliğinden çıkıyormuş gibi bir havası olması içindir. Üstat Anzawa hemen Herrigel’in niyetini hisseder, ona yayını bıraktırır, ona sırtını döner ve onu kovar. Aldatma eylemi, öğrenimin kesin olarak başka zamana bırakılmasından başka bir şeye ulaşamaz. Uzun özürlerden ve hukukçu arkadaşının aracılığından sonradır ki üstat Anzavva tekrar öğrenimi ele almayı kabul eder.

“BİR OK, BİR HAYAT”

Bir gün, Herrigel atıştan döndüğünde, üstat fazlaca eğilir, “bir şeyler fırlatılacak” diye bağırır ve sonuçta gerçek bir atış gerçekleşir. Böylece, Büyük Doktrin, kendi yolunu yaptı ve bundan böyle, Herrigel “seremoniyi dans etmeyi” bilmiştir. Başka bir deyişle “vücudu, ruhu, oku ve soluğu” mükemmel uyum içerisine sokan bu saf iç özgürlüğe veya varlığının birliği durumuna ulaşmak, bu atışın tam ahenk içerisinde olduğunu sezmeye izin verir: insanın düşünceden ayrılmış olduğu bu an varlığın okunun atması içindir: “bir ok, bir hayat”. Bütün hayatımız her seferinde okla atılır. Görünen amaçtan, amacın daha öte olması gerekir. o halde ok atıldığı zaman, okçu bir an Zanshin adı verilen bir konsantrasyon ve dikkat tutumunu muhafaza eder. Bu ruhta, okun atılışını takip ettiğini ifade eder.

Gelişmelerine rağmen, Herrigel 60 m’deki nişan tahtasını hedeflemeyi çok nadiren başarabiliyordu. Üstadın yanında bu zayıflığından çok endişe duyuyordu. Üstat özet olarak nişan almak amaç değil, her atışta buna ulaşsanız bile, bu bir sirk artistinin virtüözlüğünün benzeri olacaktır derdi. Büyük Doktrin, etkililiğinin birinci kaygısında tamamen şeytanca bir şey görür. Hiçbir teknik araç, amaca ulaşmaya izin vermez. Aksi takdirde nişan tahtası kötü bir kâğıt parçasından başka bir şey olmayacak ve amaç Buddha olmayacaktır. Amaçsız amaca atış, iç ahengin ve ritmin uyanması üstüne, varlıklara ve nesnelere dayanır. Okçu hedefine, dıştan hedeflemeden ulaşır.

– Bu durumda, diye cevap verir Herrigel, gözleriniz kapalı olarak amaca ulaşabilmelisiniz.

– Bu akşam gelin, diye sonuçlandırır üstat.

OKU KİM ATTI?

Akşam, üstat Herrigel’e hedef tahtasının önüne örgü iğnesi kadar ince, sivrisinek gibi uzun bir mum koymasını söyler. Sadece sivrisinek mumunun incecik ışığı karanlıkta neredeyse gözükmeyen hedef tahtasını aydınlatıyordu. İlk ok gecenin karanlığında kaybolmak için bu ince ışıktan belirir. Çarpışmanın sesinden nişan tahtasına ulaştığını anladım. İkincisi de hedefe ulaşmıştı. Hedef tahtasının yolunu aydınlattığım zaman büyük şaşkınlıkla ikinci okun karanlıkta nişan tahtasının merkezine ulaşmadan önce birincinin kertiğini bozar ve sapını kopartırken, ikinci okun hedef tahtasının ortasında olduğunu keşfettim, diye anlatır Herrigel. Üstat bir şey atıldı ve amacı yakaladı diye belirtti.

Michel RANDOM

Çevirmen: Meltem ABDİK