Psidia’nın Güzel Kenti Sagalassos

Aktiffelsefe Antropoloji ve İnsan Kaynakları Araştırma Ekibimiz ile tarihi ve kültürel değerler açısından zengin bir ülkede yaşamanın sağladığı olanakları değerlendirip, gezilerimizi birer tecrübeye dönüştürmeye ve öğrenmeye devam ediyoruz. Bu kez rotamızı Sagalassos’a çevirdik. Diğer tüm tarihi ve kültürel şaheserlerimizde olduğu gibi Sagalassos da bunun için yeterli sebeplere sahip.

Sagalassos, ilgilileri tarafından iyi bilinenlerden olsa da çoğunluğun duyduğu bir isim değil. Birçok kişi Efes’i, Pamukkale’yi (Hierapolis), Göbeklitepe’yi iyi bilir ya da sıkça duymuştur ama Sagalassos az bilinen ve gerekli ilgiyi bekleyen, değerinin gidince anlaşılabildiği ve hayran kalındığı gerek kent bütünlüğü gerekse ayakta kalan yapıları açısından Efes, Afrodisias gibi nadir antik kentlerimizdendir.

Antik kent Sagalassos, Burdur’un Ağlasun ilçesinin 7 km kuzeydoğusunda yer alıyor. Uzun süre keşfedilmeyi beklemiş ve kazılar başlayıp, kalıntıları ortaya çıkarıldığı zaman ülkemizde en fazla ayakta kalan tarihi kentlerin arasına katılmış. UNESCO Dünya Kültür Mirasları Geçici Listesi’ne 2009’da alınan kent, gereken değerin verilmesini, daha fazla insanın ziyaret etmesini bekliyor.

Yapı Kredi Bankası 2019 yılında çok önemli bir hizmette bulunmuştu. İstanbul’da, Yapı Kredi Sanat binasında “Bir Zamanlar Toroslarda Sagalassos” adlı bir sergi gerçekleştirdi. Akttiffelsefe Üsküdar – GEA Şubesi üyeleriyle Sagalassos sergisindeydik. Geçtiğimiz yıl Nisan ayında ise Aktiffelsefe Antropoloji ve İnsan Kaynakları Araştırma Grubu olarak Sagalassos’u, bizzat kentin kendisini gezmekteydik.

Antik kenti ülkemize kazandıran arkeologların, kazılarda görev alan tüm çalışanların ellerine sağlık dedirtecek bir arkeolojik alanda bulunmak sözlerle anlatılacak gibi değil. Ama denemeye değer.

Geniş bir alana yayılan kenti gezmek için önerilen rotaların süresi 1,5 – 2 saatten 4 saate kadar değişebilmekte. Bilinçli bir şekilde gezmek üzere amacımıza uygun bir rota ve üzerinde duracağımız yapıları belirledik. Bu yapılar hakkında yazılar, makaleler okuyarak hazırlandık. Gitmeden önce öğrendiğimiz pek çok şey oldu. İyi bir hazırlanmanın, geziyi tatlandırdığını, daha anlamlı kıldığını hatırlatalım. Bu vesileyle önümüzdeki dönemlerde oraya gitmek isteyenler için kaynak niteliğinde zengin ve canlı bir yazı hazırladık.

Kentin tarihini araştırırken ilk öğrendiğimiz, daha önce hiç duymadığımız Pisidia ismi oldu. Hattuşa, Frigya, Truva, Karya, Likya, Lidya, İyonya, Kapadokya gibi çok bilinen adlara aşina idik ve bu kez Pisidia ile tanışıyor olacaktık. Kentin kısa tarihine göz atmak üzere keşif hikâyesinden başlayalım.

Kentin Keşfedilmesi ve Kazılar

Sagalassos, batı Toros dağ silsilesinden Ağlasun Dağları’nın güney eteklerine kurulmuş. Buraya Akdağ denilmekte, çıplak ve yalçın kayalıklardan ibaret. Aşağısındaki kentin rengi ile uyumlu, çünkü eskiden var olduğu bilinen çam, sedir, selvi ağaçları artık yok.  Dağların yükseklikleri 1490-1600 m arasında. Kentimiz sarp bir arazide. Böyle bir arazide keşif yapmanın zorluğunu anlıyoruz ki, Fransız gezgin kâşif Paul Lucas 1706’da kalıntıları keşfedince çektiği sıkıntıları unutmuş olmalı. Kendisi, bu kadar çok pınarı olan bir yer görmediğini söyler.

Pınarlardan çıkan sular dereleri oluşturduğu gibi bereket de vermekteymiş. Bu kalıntıların Sagalassos adlı kente ait olduğunu 1824 yılında keşfeden ise F. V. J. Arundell. Kent hakkında ilk kapsamlı çalışma 1882-1884’te Polonyalı Kont Lanckoronski başkanlığındaki bir heyet tarafından yapılmış. Uzun süreli bir sessizlik ve ihmal edilmenin ardından 1986-1988 yılları arasında S. Mitchell tarafından “Pisidia Projesi”ne dâhil edilmiş ve Mitchell kenti haritalamış. 1989’daki küçük çaplı bir kazıda bulunan Marc Waelkens 1990 yılında tüm kazı haklarını almış. 1200 km2 bölge, Akdeniz’deki en büyük çok disiplinli (multidisipliner) arkeoloji projesinin konusu olmuş. Waelkens 2014’te emekli olunca kazı başkanlığını J. Poblome yapmaya başlamış. Geçen yıl vefat ettiği haberini okuduğumuz Waelkens, Afrodisias’a kariyerini ve ömrünü adayan Kenan Erim’i, yine Göbekli Tepe’ye ömrünü adayan Klaus Schmidt’i bize hatırlatmakta.

Kentin Kısa Tarihi

Pisidia bölgesinde Orta Paleolitik’ten (MÖ 120.000-45.000) Geç Paleolitik Dönem’e (MÖ 10.000) kadar yoğun araştırmalar yapılmış. Sagalassos çevresinde MÖ 12.000- 10.000 arasında yerleşimlerin var olduğuna ancak esas MÖ 10.000’den itibaren avcı-toplayıcı toplulukların aktif olduğu anlaşılmış. Geç Neolitik Döneme (MÖ 3500-3000) kadar herhangi bir insan aktivitesi tespit edilememiş. Daha çok Burdur Gölü havzası civarında rastlanan yerleşimcilerin küçük ölçekli tarım ve hayvancılıkla uğraştıkları saptanmış. Bugün Pisidialılar diye adlandırılan halkın bölgeye tam olarak yerleşmeleri MÖ 3000 civarında gerçekleşmiş.

Roma kaynaklarında adları geçen Pisidialılar kimlerdi?

Ne Roma ne de Yunan kökenliler. Hitit kaynaklarında MÖ 14.yy’ın ortalarında adı geçen bir Luvi dağ kalesi, Sawalassa, kentimizin adına çok yakın bir isim. Belki Sagalassos’un öncüsü olduğunu kanıtlanamaz ama Sagalassos, Luvi krallığının bir parçası olan Pisidia bölgesi içerisinde. Batı Toroslara yerleşen kabileler ağırlıklı olarak Luvi kökenliymiş. Anıtsal mezarlarıyla, giderek gelişen merkezi sistemleriyle Pisidialılar, Sagalassos’u çok parlak günlere taşımışlar.

Pisidia bölgesi, günümüzdeki Burdur’un, Afyonkarahisar’ın, Antalya’nın ve Konya’nın bir kısmını, Isparta’nın ise tamamını kapsamaktaymış. Sagalassosluların savaşçı bir halk olduğunu, Arrianos’un bölgenin önemli bir dağ kenti olan Sagalassos halkının Pisidia bölgesinin en cesaretli savaşçıları olarak nitelendirmesinden biliyoruz. MÖ 333’te Büyük İskender bu nedenle Sagalassos’u ele geçirmekte zorlanmış. Nihai saldırısını yaptığı tepe bugün İskender Tepesi olarak adlandırılıyor. Neredeyse çıplak bir tepe, otlar bürümüş, o zamanlarda ağaçlarla kaplıysa da kereste için bir kıyım yaratılmış olabilir.

Friglerin, Hititlerin, Perslerin istilasına uğrayan kent, Büyük İskender’den sonra yaşadığı Helenleşmenin ardından Roma egemenliği altına girmiş. Sagalassos, Roma Dönemi’nde öyle gelişmiş ki, Pisidia bölgesinin en önemli kenti ilan edilmiş.  Hatta imparator Hadrianus, Sagalassos’u imparatorluk kültü merkezlerinden ilan etmiş. Bugün çoğunlukla Roma Dönemi’ne ait kalıntıları görmekteyiz. Selçuklular ise Ağlasun’a yerleşiyor, hemen tepelerinde Sagalassos’un kalıntılarını belli belirsiz görüyor olmalılar. Sagalassos antik kentinin bir uzantısı Ağlasun. Bizanslıların Agalasu olarak telafuz ettiği isim, Ağlasun’a dönüşmüş.

MS 600’lerin başında veba ve iki büyük deprem kentin çökmesine sebep olsa da 13. yy’a kadar kentte kısmen yaşam sürmüş. 13. yy ortalarında son Bizans kalelerini ortadan kaldıran Selçuklulara kadar birkaç küçük köy ayaktaymış. Kalıntıları keşfedilene ve kazılarla ortaya çıkarılana kadar unutulmuş kentlerden birisi.

Şehir Ziyaretçilerini Karşılıyor

Aktiffelsefe Antropoloji ve İnsan Kaynakları Araştırma Grubumuz ile Burdur’dan Sagalassos’a doğru rahat ve keyifli bir şekilde giderken, uzakta, birden tepelerin birinde, beyazımsı bir alan gözümüze çarptı. Hayata tutunmuşçasına duran, tüm alana meydan okuyan ve yaklaştıkça netleşen Sagalassos’un kalıntıları. Sizi kendine güçlü bir şekilde çekiyor, uzaktan görünüşü bile etkileyici. Yaklaştıkça insanı çekimine alan böyle bir gücü Pamukkale’ye (Hierapolis) giderken de hissedebilirsiniz. Uzaktan hiç görünmezken, aniden karşınıza çıkmıyor. Etkileyici silüetini çok uzaktan görebilirsiniz.

Batı Toroslar’ının bir parçası olan Akdağ eteklerindeki antik kent, sarp bir arazide ve bitki örtüsü zayıf. Anılarının çoğu toprak olan, birazıyla var olmaya devam eden, ama cılız bitki örtüleri gibi hâlâ hayatta…  Sagalassos ruhuyla oradaydı. Hikâyesini anlamamızı bekliyordu, kalıntıları ise hikâyesinin kanıtlarıydı.

Müze kartlarımızla giriş kapısından geçtik, soldaki kafeterya dışında ilk göze çarpanlar arasında konutların kalıntıları, Roma hamamı. Bu konutlardan ve özellikle Roma Hamamı’dan değerli eserler çıkarılmış. Roma hamamından Stoacı filozof ve Roma İmparatoru Marcus Aurelius’un devasa boyuttaki bacakları ve başı, imparator Hadrian’ın ve imparatoriçe Faustina’nın heykellerinin başları çıkarılmış. Bu heykel parçalarını Burdur Arkeoloji Müzesi’nde görmek mümkün. Marcus Aurelius’un devasa boyuttaki başı kadar, bacakları ve aslan derisi, bitki desenleri ile süslenmiş olan botları da etkileyici. Sanatını konuşturan heykeltıraşlar dönemin geleneklerini en iyi şekilde sergilemiş.

Sagalassos konum olarak o kadar yüksekte ki, etrafınızdaki manzarayı uzun süre keyifle seyredebilirsiniz. Sütunlu yoldan devam edip gitmek istediğimiz Yukarı Agora’ya henüz yeşillenmiş otların, çiçeklenmiş bitkilerin arasında uzanan merdivenlerle ulaştık. Zorlayıcı olmayan merdivenler günümüze ait. Sagalassos gibi açık alan gezilerini sıcağa maruz kalmadan gerçekleştirmek için hem bahar aylarının hem de sabah saatlerinin daha uygun olduğuna ikna olduk.

Yukarı Agora’da yan yana pek çok yapı bulunmakta. Aralarında en sağlam kalanı Antoninler Çeşmesi. Agora’dan kuzeye doğru baktığınızda çeşmenin ihtişamıyla karşılaşıyorsunuz. Eski hâlinden geriye kalanı bile hayranlık uyandırıyor. Kentte gördüğümüz en muhteşem yapı.

Sagalassos tanıtımında neden en çok Antoninler Çeşmesi’nin fotoğraflarının kullanıldığını orada, yerinde daha iyi anladık.
Yapının üst kısmından bir şelale izlenimi vererek akan çeşme kim bilir kendi zamanında ne duygular yaşattı, neler uyandırdı?

Bir süre uzaktan izleyip yakınına gittiğimizde alt tarafında suların toplandığı yapıda siyah benekli, beyaz şeffaf şeritler dikkatimizi çekti ve şaşkınlıkla bakakaldık. Yapıdan dışarı, aşağıya doğru sarkan ve yerde sürüklenen metrelerce şerit, kesintisiz uzanır gibiydi. Yumurta şeritleri olduklarını kurbağaları görünce anladık. Dokunulmamışlar, kendi hâllerine bırakılmışlar. Çeşme kurbağalar için uygun bir ekosistem olmuş, hayat veriyor ve hayat taşıyor.

Sularının bolluğu ve tazeliğiyle ünlü Sagalassos’ta çeşmeler çok ama en fazla ayakta kalanı Antoninler Çeşmesi ve en heybetlisi.

Antoninler Çeşmesi’nde Soluklanın

İlk durağımız Sagalassos’un en bilinen ve bütün fotoğraflarında görülen Antoninler Çeşmesi’ydi. Roma döneminde büyük öneme sahip bu kentin Agorasına çeşmeyi filozof imparator Marcus Aurelius inşa ettiriyor. İsmi, “Altın Mars” gibi bir anlama sahip olan Marcus Aurelius’un, savaş tanrısı Mars’ın enerjisini yansıttığına inanılıyor ve onun inşa ettirdiği yerlerde bu özelliğin izlerini görmek mümkün. Merkezdeki Nemesis heykelinde, çeşmenin iki ucundaki Diyonisos heykellerinde ve sütunların üzerindeki Medusa figürlerinde bunu görebiliyoruz. Bunların hepsi sembolik olarak yasayı, yasanın yolunda ilerlemek isteyen savaşçıyı ve bunu başarabilmek için savaşçının vermesi gereken iç savaşta ona yardımcı olacak unsurları anlatıyor.

Çeşmenin iki ucunda bir satire yaslanmış Diyonisos heykeli bulunmakta. Replika olan bu heykellerin orijinalleri Burdur Müzesi’nde. Coşkuyu temsil eden Diyonisos, savaşçıya tanrının onun içinde olduğunu hatırlatır. İngilizcede coşku anlamına gelen enthusiasm kelimesi “Tanrı içimde” demektir. Yani aslında aranılan şey içeridedir, ona ulaşmak için savaşçının kendi içindeki kusurlara karşı zafer kazanması gerekir. Bunun için de hiçbir zorluk karşısında pes etmemeli, büyük bir neşeyle ve coşkuyla mücadeleye devam etmelidir.

Savaşçı; korku gibi olumsuz duygulara ve karamsarlık gibi olumsuz fikirlere hâkim olmalı, onların tutsağı olmamalıdır. Medusa’nın başındaki yılanlar, insanın olumsuz düşüncelerini temsil eder. Efsaneye göre Medusa’ya bakan taşa dönüşür yani olumsuz fikirlerinin etkisi altında kalan hareketsiz kalır, eyleme geçemez. Efsanede kahraman Perseus, bilgelik ve zekâ tanrıçası Athena’nın ona verdiği tavsiye sayesinde Medusa’yı yenmeyi başarır. Bir savaşçı da bilgeliği takip ederek olumsuz duygularını ve fikirlerini yenmeyi öğrenmelidir.

Son olarak, çeşmenin odak noktasında ve merkezinde Nemesis heykeli var. Roma döneminde heykeltraşlık okuluyla ünlü başka bir kent olan Afrodisyas mermerinden yontulan ve MS 180 civarında yapılan Nemesis heykeli, çeşmeye MS 4. yüzyılda getirilmiş. Şu an orijinali Burdur Müzesi’nde, çeşmede bulunan ise bir replika.

Nemesis, Hint felsefesinde Karma olarak anılan doğa yasasının Roma’daki karşılığıdır. Hak edilen şeyi vermek anlamına gelir. Kişi, kendi elleriyle ne ektiyse onu biçecektir. Nemesis aslında bir üçlemenin parçasıdır: Themis-Nemesis-Adrasteia. Themis evrendeki bütün varlıklar için geçerli olan yasadır, Hint felsefesindeki karşılığı Dharma’dır. Nemesis, bu yasaya uyup uymamasına göre kişinin alacağı tepkidir, iyi veya kötü olabilir. Adrasteia’nın kelime anlamı kaçınılmaz olandır. Yani yasaya uyup uymamamıza göre bunun kaçınılmaz bir sonucu olacaktır.

Modern yaklaşımda Nemesis öç alan, cezalandıran bir tanrıça gibi gösterilir ama bu, antik Roma düşüncesini temsil etmez. Nemesis cezalandırmaz, kendi yapıp ettiklerine göre kendilerini cezalandıran, insanlardır. Nemesis sadece yasanın uygulayıcısıdır. Buradaki temel unsur, insanın kendi bilinci doğrultusunda ne yapmayı tercih ettiğidir.  Bu düşüncelerin hepsini Marcus Aurelius’un savaş çadırında yazdığı “Düşünceler” isimli eserinde de görmek mümkün. Bütün hayatı savaşlarda geçmiş bir imparatorun, temsil ettiği kültürel mirasa ne kadar hâkim olduğunu ve bunu diğer insanlara aktarmak için ne kadar çok çalıştığını görmek gerçekten ilham verici. Antoninler Çeşmesi’nden biz de bol miktarda ilham alarak ve bunun sonraki kuşaklara da ilham vermesini dileyerek, gezimize devam ettik.

Antoninler Çeşmesi’nin arkasından kuzeybatıya doğru devam edildiğinde Heroon ile karşılaşılıyor. Heroon, uzaktan bile göze çarpan en yüksek yapı. Sagalassos’un dev bir sütun gibi duran Heroon’undan geriye kalan podyum, friz ve ana yapının duvarları. Yapının çatısı ayakta kalmamış olsa da tamamını hayal ederek o zamanlardaki görkemini anlamak mümkün.

Heroon, genellikle kahramanların onuruna dikilen, küçük tapınak benzeri bir mimariye sahip anıtlara verilen isim. Daha sonraları bir kentin veya devletin ünlü devlet adamları ya da hayırseverlikleriyle tanınmış kişileri için de dikilmiş. Heroon’un MÖ 1. yy’da yapıldığı tahmin edilmekte ve yüksekliği 15 metre, tamamını göremediğimiz yapının kimin adına inşa edildiği tam olarak bilinmiyor. Burada genç birini tasvir eden bir heykel başı bulunmuş. Anıtın podyumunun üstünde bulunan frizdeki dans eden kızlar adı verilen kabartmalar var, bunlardan Apollon’un müzleri olarak bahsediliyor.

Podyumun üzerindeki frizde dans eden kızlar olarak geçen 14 figür var. Bunların kimisi öne, kimisi yana adım atar şekilde, kimisi de arkasını dönmüş durumda. Her biri bireysel özelliğinde, tek tipte yontulmamış, farklı örnekler. Birbirlerinin giysilerinin ucundan tutmaktalar, bu şekilde sanki bir çelenk oluşturuyorlar. Bu şekilde betimlenenlerin en eski modelleri Attika’dan köken alan nimfaların (su perileri) tasvir edildiği, adak olarak sunulan yapıların kabartmalarında görülmekte. Buradaki Neo-Attika stili imiş. Frizin batı tarafındaki dördüncü figür, tanrı Dionysos’un refakatçilerinden bir Maenad, sağa doğru adım atarken vücudunun üst kısmı öne doğru dönük, omuzunda bir thyrsus taşımakta. Thyrsus, tepesinde bir çam kozalağı bulunan veya asma dallarıyla sarılı olan bir değnek. Tanrı Dionysos’un simgelerinden biri.

Güney tarafında bir kitara (gitar ile karıştırılmamalı, daha çok lire benzer bir çalgı) taşıyan figür, Helenistik dönemde süslemelerde sıkça kullanılanlardan ve Apollon Kitharoidos stilinde, yani kitara taşıyan Apollon. Dans eden kızlar frizinin aslını Burdur Arkeoloji Müzesi’nin girişinde görebilirsiniz.

Temsili resminde görüldüğü gibi, giriş kısmında Korint düzeninde dört sütun, ortada sahte kapı ve üçgen alınlıklı bir çatı, bize küçük bir tapınak örneğini sunuyor. Yapının bir Dionysos rahibine veya İskender’e adandığı da yazmakta. Aslında bu anıtın onuruna adandığı kişiye bir kült verilmiş olduğu düşünülmüyor ama kentin saygın kişilerinden olduğu anıt dikilmesinden belli. (Temsili Resim: Apollo Kitharodios, 2. yüzyıl Perge)

Heroon’un hemen yakınında, batı tarafında Dor Düzeni’ndeki Tapınaktan geriye kalan duvarları karşımızda bulduk. Kazılardan anlaşıldığı kadarıyla kutsal alan duvarlarının (temenos) olması bulunduğu yerin kutsal bir alan olduğunu gösteriyormuş. Tapınağın yıkık duvarları diğer yapılardan daha eski görünümlü. İmparator Augustus döneminde yapıldığı sanılıyor. Tapınakta bulunan mermer ya da pişmiş atlı heykelcikler, Kakasbos ile ilişkilendirilmiş. Kakasbos, Likya ile Pisidia bölgelerinde at üstünde ayakta durur şekilde gösterilen bir tanrı figürü. Ayrıca Zeus’a adandığı bilgisi de var.

Sagalassos’taki diğer tapınak ise Apollon Klarios tapınağı. Sagalassos’ta aslında dört tapınağın kalıntıları bulunmakta. Büyük ihtimalle daha fazla idi. Apollon Klarios tapınağı daha iyi korunmuş durumda. Biz Dor Düzeni’ndeki tapınak ile Apollon Klarios tapınağını ziyaret ettik.

Apollon Klarios Tapınağı (Apollon Kutsal Alanı)

Antoninler Çeşmesi’nden aşağı doğru indik ve şehrin batı yakasında yer alan Apollon Klarios’u bulmak için elimizdeki şehir planına baktık. Kısa bir yürüyüşten sonra sade ama zemin seviyesinde iyi korunmuş mimari parçalarını barındıran Apollon Klarios’a vardık. Bulunan yazılara göre burası MÖ 1. yüzyılda inşası yenilenen ve İmparator Augustus’a atfedilmiş bir alan.

Alana yakından baktığınızda nerede başlayıp nerede bittiğini tam olarak anlamak zor. Kazılar sonucunda şunu biliyoruz ki burası klasik antik Yunan tapınakları biçiminde. Genişlik altı, uzunluk on bir olacak şekilde mermer sütunlarla çevrili bir tapınak formu (Peripteros denirmiş böyle yapılara). Şu anda yerinde olmasa da antik dönemde 50×60 metre uzunluğunda bir duvar bu sütunların çevresini sarıyordu. Yapımında farklı sütun tipleri kullanılsa da zaman içinde geçirdiği restorasyonlardan sonra bizi şu anda ayakta bir İyon tipi sütun karşılıyor. Burada biraz durup bu kutsal alanın nasıl göründüğünü hayal etmek iyi olur. Sagalassos kazı başkanlığı da yapan Waelkens’e göre Apollon geleneğinin sürdürülmesi demek erdemin, Antik Yunan ve Roma dönemi değerlerinin sürdürülmesi demekti.

Zaman içinde mimari değişiklikler yapılmış olsa da tapınak MS 450 yıllarına kadar yapılış amacına hizmet ederek varlığını sürdürür. Yaklaşık bu tarihlerde yeni yeni kurumsallaşmaya başlayan Hristiyanlık ile birlikte kiliseye çevrilir. Bir dönem kilise mezarlığı olarak da kullanılır.

İmparator Vespasianus’un (MS 69-79) izniyle Apollon Klairos Tapınağı, Roma imparatorluk kültüne resmi olarak hizmet verir. Başka tapınakların inşasıyla MS 2. yüzyılda ikinci sırada önem taşımaya başlar. İlginç olan şudur ki Pisidia bölgesinde bağımsız olarak inşa edilen bir tapınak yıllar sonra Roma resmi tapınağı olur ve İmparator Augustus tarafından restore ettirilir. Apollon’a bu bölgede ne kadar değer verildiğinin bir kanıtı daha görmüş olup yolumuza devam ediyoruz.

Heroon’u arkamıza aldığımızda solumuzda, ileride tiyatroyu gördük. Bir tepeye doğru hafif kıvrılarak ilerleyen patika ile tiyatroya ulaşılıyor. Şehrin kuzeydoğusunda, 1574 m’lik bir yükseklikte. Uzaktan rahatça görülebiliyor. Kentin en yüksekteki ve aynı zamanda en iyi korunan yapısı. Tiyatro nerede diye aramaya gerek kalmadan kendisine ulaşılabiliyor. Zamanınız ve enerjiniz el verdiği ölçüde tiyatroya tırmanmak yüksek bir şehre biraz daha kuleden bakıyor hissi uyandırıyor.
Biz yönümüzü Roma Hamamları’na çeviriyoruz.

Roma Hamamı

“Eski hamamlar” olarak bilinen ve 1120 m2 büyüklüğünde olan bu hamam MS 10-30 yıllarında kullanılıyordu. Burası inşa edildiği dönemde Sagalasos Güney İtalya’dan gelen savaş gazileri göçmenlere ev sahipliği yaptığı için, bu ilk hamam tipik bir İtalyan hamamı, çok benzer yapıları Campagna’da görmek mümkün. “Eski hamamlar” 3. yüzyılda çok daha kompleks büyük yapılara yerini bırakıyor. Bu hamamın mermer salonlarında bulunan heykeller Burdur Arkeoloji Müzesi’nde sergileniyor.

Kenti bugün ziyaret ettiğimizde dahi hâlen nem kokusu duyuluyor ve su kaynaklarının varlığı hissediliyor. Bunun nedeni dağ yamaçlarından çıkan çok sayıda su kaynağı olması. Sarp tepelerde ve kuzey-güney doğrultusunda kurulan kent Ağlasun Dağı, Ağlasun Çayı ve büyük Aksu Nehrinden (Kestros) beslenmektedir. Hamamın su teminini şehrin doğusundaki kaynaktan Roma su kanalı ile karşılandığı düşünülmektedir.

Roma hamamının bölümlerini Sagalasos’taki Roma hamamında da görmek mümkün, hamamın giriş bölümü, apuditerium, giyinme odası vb. Burası 4. yy’dan sonra ziyafet salonu olarak kullanılmış.

El-ayak yıkama için küçük havuzlar, sıcak suların bulunduğu kaldaryum bölümleri, ılık suların bulunduğu tepidaryum ve soğuk havuzların bulunduğu frigidaryum bölümleri gezilebiliyor.

“Roma hamamları sadece yıkanma değil aynı zamanda bir kültürleşme alanıdır.”
Roma hamamları genel olarak yıkanma ve rahatlama alanları olarak tasarlanmıştır. Roma şehirlerinde farklı sıcaklıklardaki odaları, yüzme havuzları, okuma, rahatlama ve sosyalleşme imkânları sunar. Varlıklı vatandaşların kendi özel banyolarını görmek mümkün olsa da, şehirde kullanılan hamamlar daha fazladır. Arkadaş buluşmaları, ziyafetler, iş görüşmeleri, anlaşmalar politik görüşmeler vb. hamamlarda gerçekleşen etkinliklerden bazıları.

Genellikle öğle saatlerinde açıldığını ve gün batımına dek hizmet verdiğini görüyoruz. Zengin, fakir herkesin kullanımına açıktır. Hatta bazı tatil günlerinde ücretsiz olarak da hizmet verirdi.

Hijyen, yıkanma aynı zamanda sağlık açısından da bir gereklilik olarak görüldüğünden, Romalı hekimler tarafından hasta olan kişiler için veya hastalıklardan korunmak için önerilirdi. Belki de bu nedenle Roma hamamlarında sağlık ile ilgili tanrı ve tanrıça heykellerini görmek mümkün.

Sagalassos Buleuterion (Meclis Binası) ile Antik Şehre Veda

Rotamızın son durağı meclis binasının kalıntılarıyla karşılaşıyoruz. Yunanca “βουλευτήριον” kelimesinden türeyen Buleuterion, Antik Yunan’ın şehir devletlerinde “Bule” olarak bilinen meclisin toplandığı yere verilen addır. Yani, namıdiğer meclis binası.

Yukarı Agora’nın batısında yer alan yapı, doğal bir teras üzerine MÖ 100 dolaylarında inşa edilmiş. Bu kompleks 1996-2000 yıllarındaki kazıda ortaya çıkartılmış, ikiz kenar yamuk şeklini andıran bir yapıya sahiptir. Kalıntılarda Ares ve Athena kabartmaları yer alır, üslubuna bakıldığında ise Helenistik dönemi yansıttığı yorumu yapılabilir. Bu alanda karşımıza bir salonun üç tarafını çevreleyen oturma alanları çıkar. Dördüncü kenarda ise avluya açıldığı tahmin edilen beş kapı açıklığı yer alır. Meclis üyeleri için kireç taşından yapılmış 220 kişilik oturma yeri bulunur. Dış cephesinde savaş sahnelerinden oluşan frizlerin yer aldığı, oldukça sade bir yapı olduğu tahmin edilmektedir.

Kent içerisinde bir meclis binasının yer alması, günümüz ziyaretçilerine şehrin politik yapısına dair fikir verir. Bir meclis binasının varlığından Sagalossos’a seçimle gelen bir kent meclisinin (boulè) bulunduğunu anlayabiliriz. Bulunan yazıtlar ise şehrin yazılı kanunları olduğuna işaret ediyor. Demokratik yönetim, Roma döneminde yerini oligarşiye bırakmış. Böylece MS 400 civarında bina işlevini yitirerek terkedilmiş ve taşları civardaki farklı binaların inşası için kullanılmış. O yıllarda Hıristiyanlığı benimsemiş şehirde, eski meclis avlusunun olduğu konuma Baş Melek Mikail Bazilikası yapılarak eski meclisin olduğu yer de kilise avlusuna dönüştürülmüş. Fakat bazilika bir asır kadar kullanıldıktan sonra deprem nedeniyle zarar görmüş ve araya salgın hastalıkların girmesiyle restore edilemeden bir deprem daha görerek tamamen yıkılmıştır. Kazılar sonucunda bazilikanın mermer ve mozaikle kaplı zemini ortaya çıkarılmış.

Son Olarak

Sagalassos’u merak ediyorsak onunla ilgili sorularımıza cevap bulmak için internet sayfalarında gezinebiliriz ama bu bilgileri orada bulunarak, yaşayarak birleştirmek çok başka. Özel olarak antik bir kent kalıntısını görme merakı ve isteği sizi kentin kendisiyle bütünleştirebiliyor. ‘Sagalassos’u görmeyi çok istiyorum’ diyorsanız, bunu size dedirtenin basit bir istek olmasından çıkartın ve kararlı olun. Gittiğinizde yaşayacağınız, taş yığınları arasında gezmek değil, tamamen bir kenti tecrübe etmek olacaktır.

Biz oradaydık ve tanık olduk dedik; kentte hayatın o zamanlardaki akışına, ömrünü tamamlayan kentten kalanların kesinlikle kalıntılar cesedi olmadığına. Hayal gücünüzü eklediğinizde kentin agoralarının, çeşmelerinin canlanır gibi olduğunu hissedebilirsiniz.

Kaynakça:

Small finds and the social environment of the Roman baths, Alissa Marie Whitmore
Antik Dönem Pisidia Bölgesi Su Yapıları, Fatih Altınışık, Yüksek Lisans tezi, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Sosyal bilimler Enstitüsü Arkeoloji Ana Bilim Dalı
Roman baths and bathing, Janet Deline
Bathing in Public in the Roman World, Garrett G.Fagan, Michigan University
Eski Roma Yaşantısında Bir Gün, Hillary J.Deighton, Homer Yayınları
Archaeology of Sagalassos, Marc Waelkens, Sagalassos Archaeological Research Project, Katholieke Universiteit Leuven, Leuven, Belgium
The Sancturies and Cult of Apollo in Southern Pisidia, Anatolia 40, 2014. Gül Işın.
Sagalassos Marc WAELKENS Subfaculty of Archaeology, Art History and Musicology Catholic University of Leuven.
Sagalassos Antik Kenti, Samet Çetinkaya.

Aktiffelsefe Antropoloji ve İnsan Kaynakları Araştırma Grubu

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir