SAKLI HAZİNE YUNUS EMRE

İyiye, güzele olan özlem ve övgü ayrım gözetmeksizin tüm insanların buluştuğu ortak noktalardır. Ulaşmayı hayal ettiğimiz; o güzellikten bir pay alabilmek, onda güzelliği yaşayabilmektir. Bu yazı unuttuklarımızı hatırlatmaya aracı olma ihtimali üzere hazırlanmıştır. ‘’Kalp kelimesi öz ve değişim anlamlarını içermektedir. Değişimler, dönüşümler kalpte olacaktır.’’ (1,2) İlham olabilmesi, yarın değil şimdi yaşanabilmesi umuduyla…

Toplumların canlı birer organizma olduğunu kabul edersek yaşam döngülerinde farklı süreçlerden geçtiklerini görürüz. Her bir aşamada kendi içinde ekonomik, sosyal ve siyasi anlamda dönüşümler yaşanır. Bu dönüşümlere bağlı olarak toplumun ihtiyaçları da değişir ve bunu karşılamak üzere farklı düşünce sistemleri kendini gösterir.

Yunus Emre’nin yaşadığı 13yy sonu 14yy başı da Türk toplumunun kırılma yaşadığı çok özel dönemlerden birine denk gelmektedir. Kesin olmamakla birlikte genel bir kabul olarak 1240-1321 yılları arasında yaşadığı düşünülmektedir. Hayatı hakkında bildiklerimiz menkıbe ve efsanelere dayanmaktadır. Ahmet Yesevi’nin tohumlarını ekip yeşerttiği Türk Tasavvuf geleneğinin en kıymetli mirasçılarından biri olma özelliğini taşır. Hemen herkesçe bilinen Tapduk Emre dergâhında kırk yıl hizmet ettiğidir. Türkiye’deki farklı şehirlere ilave olarak Azerbaycan da dâhil olmak üzere adına yapılmış pek çok türbe vardır. Bununla birlikte kabul gören, mezarının Eskişehir Sarıköy’deki türbesi olduğudur. Şiirleri halk arasında ezberlenerek yaşamış, derlenip düzgün bir kitap hâline gelişi ancak 700 yıl sonra olmuştur. (3,4)

Yunus Emre’yi anlamak için doğduğu toprakların tarihini bilmemiz gerekmektedir. Dönemin şartlarının oluşturduğu alt yapı göz önüne alınmazsa kavrayışımız eksik kalacaktır. Aşağıda çizilen resimde büyük bir devletin aşama aşama yok oluşuna giden yolda toplumun ekonomik, sosyal ve siyasi olarak deneyimlediği süreçler ve buna bağlı olarak içine girdiği buhran görülmektedir. Varlık ve özgürlükten fakirlik ve esarete geçişte hem fiilen hem ruhen dağılan birlik duygusunun yarattığı psikoloji altında neyi neden yaşadığını anlamaya çalışan, sorgulayan ve içinde bulunduğu durumdan kurtulma arzusunda olan bir toplum vardır karşımızda.

Anadolu Selçukluları, Sultan Melik Şah’ın ölümünden sonra dörde bölünen Büyük Selçuklu Devleti’nin (1040-1157) en kuvvetli kolu şeklinde kendini göstermiş, askeri başarıları ile Büyük Selçuklu Devleti’nden ayrılıp Anadolu Selçuklu Devleti olarak bağımsızlığını ilan etmiştir. Dönemin sahnesinde karşımıza çıkan iki önemli aktör Haçlı Seferleri ve Moğol istilalarıdır. Devletin güç kaybına zemin hazırlayan ilk adım ise 1186’da II. Kılıç Arslan’ın almış olduğu karardır. Devleti 11 oğlu arasında bölüştürmesi engellenemez düşüşün kapısını açmıştır. Asya ve Doğu Avrupa’da yaşanan Moğol istilaları 1240’ta Anadolu Selçuklu Devleti’nin hayatına girmiş, sonlanması 1302 olarak tarihe geçse de 1243’te Anadolu Selçuklu Devleti fiilen Moğol egemenliğine girmiştir. Zira Moğollar Anadolu Selçuklu Devleti’ni bitirmek yerine onu vergiye bağlamayı tercih etmişlerdi. Bu tarihten itibaren gördüğümüz sultanlar Moğol valisi gibi hüküm sürmektedir. Bu hâliyle halkın her geçen gün artan vergiler ile ezilmesine ve fakirleşmesine seyirci kalan yönetim onun iyiliğini düşünmekten, dertlerine çare olmaktan çok uzaktır. (5)

Yunus’un umut olup gönüllere doğduğu toplum işte böyle bir toplumdu. Selçuklunun hem kurumlarıyla hem fiziki şartları ile hem de belki hepsinden elimi manen çöküş ve çözülme yaşadığı yıllardı. “İnsanları yok olmayacak, tükenmeyecek zamansız değerlere sevk etmeye çalışmıştır.” (6)

Yaşamın dengesinde ümitsizliğin ve yok oluşun karşısında kurtarıcı bir nefes olmak görevi Yunus’a düşmüştü. Dünya tarihinde, ulusların kaderinde önemli roller üstlenmiş şahsiyetlerin hepsinin kendince bir yolu vardır. Yunus’unki şiirlerden geçiyordu.

Yunus üzerine okumalar yaparken karşılaştığım bir cümleyi bu aşamada paylaşmak ve sonrasında detaylı incelemeye geçmek isterim. O cümlede diyordu ki “Herkesin Yunus’u kendine göre”. (4) Okumalarım ilerledikçe düştüğüm hayret ve duyduğum hayranlıkla bu cümlenin ne demek istediğini daha derinden anladım. Bir kişi için mesleği ya da karakteri üzerinden yapılabilecek yorumlar ana hatları ile bir genelleme yapmaya imkân verebilecekken Yunus’ta durum epey farklı seyrediyor. Sizin de okuduğunuz satırlarda kendi Yunus’unuzu sevgiyle bulabilmeniz dileğimle sözlerime devam ediyorum.

“Tasavvuf, İslami manada ve en kısa anlatımla, Tanrı’nın niteliğini ve kâinatın oluşumunu varlık birliği (vahdet-i vücut) anlayışıyla açıklayan İslamiyet’e dayalı yaşam biçimidir. Tasavvufta temel fikir ancak bir tek varlığın bulunduğuna inanmak ve başka varlıkları o varlığın tecellisi saymaktır. İslam Tasavvufu ‘’Tanrı’dan başka mevcut yoktur’’ anlayışından hareket eder. Bu anlayış etrafında şekillenen bazı tarikatlar insanı dünyadan el etek çekmeye yöneltir, zikir ve tefekkür ile olgunlaştırır, bazıları İslami bilgileri özümseyerek günlük hayatı bu bilgilerin yardımıyla yaşamayı ve diğer insanlara hizmet ederek, tahammül ederek olgunlaşmayı sağlar. Bazı tarikatlarda her iki uygulama zaman zaman belli bir düzen içinde yer alır. Yunus ise hiçbir tarikatın üyesi ya da kurucusu olmamıştır.” (7)

Zira kimseye cennet vadetmek gibi bir iddiası ya da kendisi için de böyle bir hedefi yoktur. İnandıklarını kurallar ile öğretiye dönüştürme ya da felsefi bir sistem kurma gibi bir kaygısı da olmamıştır. Söylenecek bu kadar çok sözü olup bu denli geride durmak nasıl mümkün olabilir? O kendine düşen görevi bildiklerini aktararak yerine getirmiş ve öylece bırakmıştır. Göründüğü kadar gün yüzünde belki de göremediğimiz kadar derinlerde. Stoacı görüşte anlatılan doğanın yasasını bilmek ve ona göre yaşamak tam da böyle bir şey olmalı. Evrenin varoluşundaki o muhteşem yasaya ve üzerinde var olan canlı cansız her şeyin bilgisine sahip olmanın verdiği müthiş güven ve beraberinde gelen tam bir teslimiyet. Öyle ki olan ne varsa olması gerektiği için olması gerektiği şekilde ve zamanda olacaktır.

Yunus’un yaşadığı dönemde Abdallık, Bektaşilik, Kalenderilik, Babilik gibi tarikatlar mevcuttu. Hint, İran, Yunan kültürü ve mistisizmleri ile etkileşimler vardı. Hakikate ulaşmanın yolu esasını ilhamdan alan irfan ilmi olarak kabul edilmekteydi. Yunus ise hepsinden ayrı bir yol izledi. Onunki öyle bir ekoldü ki hem Alevi-Bektaşi hem Sünni Batıni geleneğin sahip çıktığı tek şahsiyet oldu. Birbiri ile bu denli karşı karşıya duranların ortak paydada buluştuğu fikirler ne olabilirdi? (8)

Bu sorunun cevabını Yunus’un saf aşk ile duru görü ve zekâsının buluştuğu cesur, coşkulu, derin anlamlar yüklü şiirlerinde bulmaya çalışacağız. Allah yolunda aşk ile yürüyen bir garip derviş, halk ozanı, Türk İslam şiirinin kurucusu mu? Yoksa var olmanın anlamını sorgulayan entelektüel bir kişilik, Türkçenin yazın dili olmasına önderlik eden bir dilbilimci, dilin birleştirici gücünün farkında olan ve Türklerin dağılmasının önüne geçip imparatorluğun yolunu açacak kültür birliğini oluşturan vizyon sahibi bir kahraman mı? İnsan, doğa ve hayvan sevgisiyle tüm evreni kucaklayan, dünya barışının temelini oluşturacak formülü anlatan, ben değil biz diyen bir aktivist mi? Ya da adaletin yaşam düzeni için olmazsa olmaz her şeyin temeli oluşunu anlatan bir toplum bilimci mi?  Sizin Yunus’unuz hangisi?

HAKİKAT BİLGİSİ

Goethe’nin aynı adlı eserinde karşımıza çıkan Faust karakteri hakikate ulaşmak uğruna ömrünü bilimle geçirmiştir. Bununla birlikte üzerinde emek verip elde ettiği hiçbir bilginin kendisini yaşamın sırrına erişmenin yakınlarına bile getirememiş olmasının büyük hayal kırıklığı ile farklı yollara sapacaktır. Eserde, anlam arayışının sonuçsuz kalışı ile içine düştüğü umutsuzluk ve bildiği onca şeye rağmen tümünün yetersiz kalışı, bildiklerini sorgular hâlde zihninde yaşadığı karmaşa sonrasında mutluluk vaadine karşılık Şeytan ile çıkılan bir yolculuk anlatılmaktadır. Mutluluğu hedefleyen insan yanlışa düşse de özündeki iyilikle doğruyu seçip Tanrı’ya ulaşabilecek midir?

Ondan yüzyıllar öncesinde yaşamış olan Gazali insanın en büyük hedefinin mutluluk olduğunu söylemektedir. İnsan Tanrı’yı bildiği oranda gerçek mutluluğa yakınlaşacaktır. Öze akıl ve duyular aracığıyla ulaşılamayacağı konusunda Kant ile hem fikir olmakla birlikte ondan farklı olarak bunun bir yolu olduğunu söyler. Bu yol Tanrı’nın nuru ile kalplerin aydınlandığı aşkla yürünen bir yoldur. Çünkü ona göre kalp diğer organlarımızdan farklı olarak duyularımızın ve hayalimizin idrak edemediği manaları idrak imkânına sahiptir. (9)

Meister Eckhart’ın Alman mistisizmine kazandırdığı ekol İslam Tasavvuf felsefesindeki “Allah’ın varlığında yok olmak” ile paralellik göstermektedir ve Orta Çağ’ın yaygın Hristiyan felsefesinden farklılık gösterir. Ona göre doğruluk dogmalarda ya da törenlerde değil insanın gönlündedir. (10) Aşağıdaki alıntı vaazlarında gönül üzerine söylediklerine dairdir:

“Tanrı kendi iradesini kullandı ve beni burada yaşamaya bıraktı. Bir kalb verdi. Bunun (elbette) bir nedeni vardır. Bu nedeni bir an bile görebilme imkânına erişebilmiş insana, bin Mark, saf altın, sahte bir kuruş gibi görünür. Bu samimi neden yüzünden tüm emellerini başka neden aramadan ve (şikâyet etmeden) yerine getirmelisin. Gerçekten, ben diyorum ki; Amellerini cennet için veya Tanrı aşkı için veya ruhun ebedi saadeti için, her ne için yaparsan, yanlış yapmaktasın. Çünkü kalbi (gönlü) unutuyorsun. İbadetten, tamamen kendinden geçip Tanrı’yı dilemekten, ocaktaki ateşten veya benzer şeylerden bir şeyler umman da boşunadır, yanılgıdasın. Böyle yaptığında Tanrı’yı alıp, kafasını bir mantoya sarıp, onu kanepenin altına saklıyor gibi bir şey yapmış olursun. Çünkü kim Tanrı’yı bir kalıpta arar da ‘’kalbte aramayı unutursa, o gerçek Tanrı’yı bırakıp kalıplarda Tanrı aramaya kalkışmıştır.” (10)

Hakikat kendini bildi bileli insanın zihnini meşgul eden en önemli sorulardan biri olmuştur. Mesele insanın kendini gerçekten bilebilmesindedir belki de. Yunus da aranan cevapların duyular vasıtasıyla erişilen bilimin bilgisi ile olamayacağının farkındadır. Kendini bilmeye faydası olmayan ilim tıpkı Faust’un yaşadığı hayal kırıklığından öte fayda sağlayamayacaktır. İnsan türlü meşguliyetlerle oyalanıp dururken özünü unutur olmuştur. Hakikati bulmak için bu denli tutkulu olup onu yanlış yerlerde arayan insan, hakikatinin bilgisini hatırladığı takdirde ikiliklerin yorucu dünyasına dışarıdan bakabilecek; birliğin huzur ve mutluluğuna ulaşacaktır. Bu sayede içindeki Ben’de onunla dopdolu olduğunu görecektir. Halk deyişiyle veren el ile alan el birdir. Yunus ayrı düştüğü hakikate olan özlemini ve ilimden ne beklediğini aşağıdaki dizelerde anlatmaktadır:

“Işkıla isterüdük yine bulduk ol canı

Gönlek idinmiş geyer suretile bu teni

Girmiş suretde gezer cümle işleri düzer

Girü kendüye söyler gevherile bu kanı

Bir niçeler kayurur bunca malum kaldı dir

Viren oldur alan ol sormaz nedür ziyanı

Yunus imdi sen senden ayru degül hem candan

Sen sende bulamazısan kanda bulasın anı” (11)

“İlim ilim bilmekdür ‘ilim kendün bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin ya niçe okumakdur

Okumakdan ma’ni ne kişi Hakk’ı bilmekdür

Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emek dür” (11)

VAROLUŞ ve VARLIK ANLAYIŞI

Heidegger modern felsefenin terminolojisini kullanmaktan kaçınmış, varoluş ve varlık üzerinden yaptığı felsefi düşünmede varlık ve var olan arasındaki fark üzerine dikkat çekmiş ve insan yerine kavram olarak varlığı Dasein şeklinde ifade etmeyi uygun bulmuştur. Dasein ile tanımlanan kendi varlığını konu edinen tek varlık olma özelliğindedir ve varlığı kendi varoluşundan hareketle anlayabilmektedir. Dasein’ın bir özelliği de diğer daseinlarla beraber oluşudur. Dünya içinde varlık olmak hâli belli bir zamanda ve toplumda olmak şeklindedir. Varlık ve Zaman (Sein und Zeit) adlı eserinde Dasein zamansallığı çerçevesinde varlığını varoluşu üzerinden anlayabilmektedir. Zamansallığı Dasein’ın sonlu oluşunu ve ölüm ile tamamlanacağını ifade eder. Dünya içine fırlatılmışlık şeklinde ifade edilen durumunda doğduğu yeri, soyunu… seçememektedir. Bunlar onun kontrolü dışında olan ve tahammül etmesi gereken durumlardır. Dasein önce vücut bulur sonra varoluşunu gerçekleştirir. Heidegger varlık nedir sorusu yerine varlığın anlamını sorgulayan sorulara cevap bulmamız gerektiğine inanmaktadır. Dasein içinde bulunduğu ruh hâllerine göre yaşadıklarını anlamlandırmaktadır. Bahsi geçen ruh hâlleri türlü türlüdür: neşe, öfke, heyecan, üzüntü, merak… Bunlar içinde biri vardır ki diğerlerinden farklı olarak bir tek o insanın Varlık’a dönüşünü mümkün kılar. İşte o Kaygı (Angst) dır. Diğerleri ise insana Varlığı unuttururlar. İnsan sonlu olduğunu, ölümün gerçekliğini unutur ve dünyanın kendisine sunduğu vehimleri gerçek kabul ederek aslından, özünden uzaklaşır. Gündelik hayatta kendini başkaları ile var eden Dasein herkes gibidir. Dünyaya fırlatılmış Dasein’ın bulunduğu bu alan Das Man olarak tanımlanmıştır. Bu alanda kaldığı müddetçe özgünlükten uzak kalır. Düşkünlük ifadesi bu alandan çıkamama hâlini ifade etmektedir. Yalan dünya, tiyatro sahnesi diye tabir ettiğimiz günlük hayat uğraşları ve Heidegger’in gevezelik olarak tanımladığı aslında boş olan laflarla doldurduğumuz bir hayat. Dâhil olduğu toplumda kabul görmenin hissettirdiği güven duygusu ve hep birlikte hareketin, genele uyumlu oluşun yüzeysel gerçeklik hissi verdiği bir durum. Heidegger işte bu kendinden uzaklaşma hâlini kaçış olarak tanımlamaktadır. Kaygı kavramı en çok iç daralması ile eşleştirilir. Heidegger’e göre Dasein’ı Varlığını bilmek üzere düşünmeye çağıran bilinmek üzere kendisine çağırandır. Burada açıklık getirilmesi gereken bir duygu da korku (Furcht) dur. Çünkü korku endişe ile sıklıkla karıştırılır, birbiri yerine kullanılır. Heidegger’e göre korkunun dünya içinde bir karşılığı, yeri mevcuttur. Dasien kendisi için korkar. Başkası için korktuğunda bile asıl korkusu kendi ile ilgilidir. Oysa kaygı onun ifadesi ile hiçbir yerdedir. Kaygının nedeni ise bizzat varoluşun kendisidir. Dünya içinde karşılığı yoktur. Kendisini iç sıkıntısı olarak göstermesinin sebebi belirsizlik özelliğindendir. Nedeni dünyevi olan ile ilişkilendirilemez. Burada bahsi geçen kaygı günlük hayatta şeyleri doğru ya da yanlış yapmakla, iyi ya da kötü ile ilişkilendirdiğimiz kaygı değildir. Kaygı hâli insana var olduğunu hatırlatır. Das Man alanında dünyaya düşkünlük hâlindeki kaçış durumundan onu çekip alarak özüne kavuşma imkânını gösterir. İnsan kaygı hâlinde iken şeylerin önemsizliğinin farkına varır. Varoluşunun imkânı ile buluşur. Sessizlik hâli gelişir ve hiç açığa çıkar. Hiçlik hâli var olanı yok eden ya da içine çeken bir hâl değildir. Aksine kendisinin dışına iten, var olanı var olan ile karşı karşıya getiren bir durumdur. Dasein’ın var olan ile ilişkisinde ötede olma hâli vardır. Hiçin var olanın tersi olduğu düşüncesi hatalıdır. Evet, hiç ne bir nesnedir ne de var olan. Hiç, var olanın varoluşunu gerçekleştirme olasılığının imkânlı kılınması hâlidir. Hiç ile temasımız sadece yukarıda bahsedilen hâliyle kaygı durumunda mümkün olmaktadır. Ve süreklilik gösteren bir durum değildir. Zira dünyada her zaman diğer Daseinlarla beraber olma hâlindeki Dasein var olanın içinde günlük hayatın akışında bu farkındalıktan uzakta yaşamını sürdürmeye devam eder. Kaygı hâlinde dünyaya geri dönüş bir taraftan da Dasein’a kendini yeniden tasarlama imkânı verir. Sonlu (ölüm ile tamamlanacak olan) insan günlük hayat akışında bu konuyu yok sayarak yaşamını sürdürür. Ancak kaygı hâlinde hiçlik ile temasında bu gerçekliği hatırlar. Bu sebeple kaygı ölüme doğru fırlatılmış varlığın dünya içinde var olmasının kendisidir. Kaygı Dasein’ı içi boş olan suretlerin prangasından kurtardığı gibi onu gerçek imkânlarla buluşturarak özgürleştirir. Kendi kendine kalmaya zorlanan Dasein evsiz yurtsuz kalmış gibidir. Ölümü bilen Dasein varoluşunun sorumluluklarını da bilecek ve kendini gerçekleştirme imkânlarını tasarlayabilecektir. Her an devam eden oluş işte böyle yaşanacaktır. Aksi durumda Das Man olarak dünyada düşkünlük hâli üzere yaşar ve hiç kimse olarak ölür. (12,13,14)

Kaygı ve korkunun ardından açıklanması gereken bir diğer terim de ihtimam gösterme (Sorge) kavramıdır. Sorge kavramının anlaşılması için Romalı Hyginus’un masallarından biri olan Cura mitosundan ilham alınmaktadır. Heidegger’den önce bu mitosu Herder şiirinde, Goethe ise Faust adlı eserinde işlemiştir. Heidegger bu mitosu Burdach’ın “Faust und die Sorge” makalesinde okuduğunu ifade etmiştir. Heidegger mitosu Burdach’tan şu şekilde aktarmaktadır: (15)

“Vaktiyle ‘İhtimam-Gösterme’ bir ırmağı geçerken killi toprak gördü: Düşündü taşındı, ondan bir parça aldı ve şekillendirmeye başladı. Yarattığı şey üzerine akıl yorarken Jüpiter yanaştı kendisine. ‘İhtimam-Gösterme’ Jüpiter’e rica etti ve şekillendirdiği kil parçasına ruh vermesini diledi. Jüpiter bunu seve seve yaptı. Fakat yarattıkları bu şeye kendi ismini vermek isteyince Jüpiter bunu yasakladı ve ona adının verilmesini istedi. ‘İhtimam-Gösterme’ ile Jüpiter isim konusunda münakaşa ederken Toprak (Tellus) doğruldu ve yaratılan bu şeye kendi adının verilmesini arzuladı, çünkü ona kendi bedeninden bir parça sunmuştu. Münakaşacılar kendilerine hakem olarak Satürn’ü seçti. Ve Satürn adil görünen şu hükmü verdi: ‘Sen Jüpiter, ona ruhunu verdiğin için öldüğünde ruhuna; sen Toprak, bedenini armağan ettiğin için onun bedenine sahip olacaksın. Fakat bu yaratığı ilk önce ‘İhtimam-Gösterme’ şekillendirdiği için yaşadığı müddetçe onun sahibi ‘İhtimam-Gösterme’ olsun. Keza onun adı üzerine münakaşa ettiğiniz için bundan böyle onun adı ‘homo’ olsun, çünkü o ‘humus’tan (topraktan) yapıldı.” (16)

Cura içinde kaygılı gayret, özen ve adanma anlamlarını taşır. Herder’in Sorge’nin Çocuğu (Das Kind der Sorge) şiirinde de Sorge’nin insana yaklaşımı tıpkı bir anne gibidir. Merak ve kaygı dolu.  (15)

“Mırıldayan bir akıntının başında oturmuşken/ Sorge eğildi ve derin derin düşündü:/ Rüyada düşüncesi şekil aldı./ Ve ipeksi bir resimden parmakları/ “Neyin var, düşünceli Tanrıça?”/ Dedi Zeus, yanına yaklaşmış olan/ “Bir resim, balçıktan yapılmış!/ Ona hayat ver, yalvarıyorum, Tanrı”/ “Peki, o zaman! Yaşa! – Yaşar!/ Buna karşı çıkarak söyler Sorge:/ “Hayır, bırak, benim olsun, Lordum!/ Benim parmaklarım yaptı onu”-/ “Ve ben balçığa hayat verdim,”-/ Der Jüpiter. Onlar konuşurlarken/ Tellus da yukarı gelir./ “O benim: O (Sorge) benden çaldı/ Çocuğumu, kucağımdan.”/ “Peki”, der Jüpiter, “bekle!/ İşte kararı verecek olan geliyor, Satürn.”/ Satürn konuşur: “Herkes kabul etsin”/ Yüce Kader bu şekilde istiyor/ Sen, onu hayata getiren/ Al, öldüğünde, ruhunu;/ Sen, Tellus, onun kemiklerini/ Çünkü bundan fazlasına sahip değilsin./ Sen, Annesi, Sorge/ Yaşarken verilmiş olacak/ Sen asla, o nefes aldığı sürece/ Asla çocuğunu terk etme/ Ve sen de gün be gün/ Mezarına yaklaşacaksın/ Kaderin dileği yerine getirilmişti/ Ve yaratığa “insan” dendi:/ Yaşadığı sürece Sorge’ye ait olacak/ Öldüğünde ise Dünya’ya ve Tanrı’ya.” (17)

“Heidegger’in görüşü de insan için Sorge’nin ölüm gelmeden evvel tek kurtuluş imkânı olduğudur.” (18) “Bahsi geçen günlük hayattaki kaygı ve tasalarımızdan farklı olarak özenli olmak ve ihtimam göstermek anlamalarını içerir.” (19)

Yunus’un ifadelerinde insan bedenlenerek dünyaya gelmeden evvel Tanrı ile birlikteydi. Yukarıda kullanılan tabirle dünyaya fırlatılıp atılmadan önce Tanrı katında huzurlu ve mutlu idi. Dolayısıyla fiziksel olarak olmasa da bilinç düzeyinde evrenden önce vardı. Heidegger gibi Yunus da insanın zamansal bir varlık olduğunu ve bu dünyadaki yaşamın sonlu olduğunu anlatmaktadır. O yüzden bu dünyaya ait olan her şey geçicidir. Ancak insan bunu unutmaktadır. Bununla birlikte Yunus insanın varoluşunu bedensel ve manevi olarak iki yönlü görmektedir. Bedensel olan bu dünyaya ait, fiziksel varoluştur. Karşılanması gereken ihtiyaçları vardır. Diğer tarafta manevi (ruhsal) varoluş insanın Tanrısal yönüdür. İşte bu yüzden Yunus’ta iki Ben vardır. Biri nefstir. Nefs doyurulması mümkün olmayandır. İnsanın fiziki bedeninde yaşamını sürdürebilmesi için yerine getirmesi gereken zorunlulukları vardır. Ancak bunlar tutkuya dönüştüğünde insanın dünyevi olana açlığı bitmez ve ona bağımlı olur. Oysa ölüm vardır ve bu dünyaya ait olandan kopmak istemeyişi onu huzursuzluğa, mutsuzluğa sevk eder. Heidegger’in ifadesi ile Dünyaya düşkün olduğu bu hâlde kendine biçtiği roller ile bir yanılsamayı yaşamaktadır. Özgünlüğünden uzaktadır. Diğeri ise Aşkın Ben’dir. Kendi varlığını dert edinmiş, kendini kendinde bulma potansiyeline sahip olandır. Hem fiziksel bedeni ile hem de Tanrısal tarafı ile irtibattadır.  Bilincin aşkın hâlinde Tanrısal olan ile temas yoğunlaşmakta kendini bulma yolculuğunda yüksek değerler ile buluşulmaktadır. İnsan her baktığında Tanrısal olanı görmektedir. Ancak yukarıda da bahsedilen ikilik durumu sebebi ile nefs insanı dünyevi vehimlerle oyalandığı sahte uğraşlarla meşgul etmektedir. Bu ise ona aslını unutturmaktadır. Özünden koparılmış olması kendine yabancılaşmasına sebep olmuştur. İnsan tıpkı Heidegger’in anlattığı gibi heyecan, korku, üzüntü, sevinç gibi duygu hâlleri içinde bu dünyaya ait olanlarla ilgilidir. Meşgul olduğu ve önem atfettiği şeylerin geçiciliğini fark edebilmesi Heidegger’in bahsettiği hiçlik ile karşılaştığı kaygı hâlinde olur. Ancak kaygı duyan insan aslını arayış için mücadele edecektir. Çünkü onu çevreleyen onca şeyin içinde gönül darlığına düşecektir. İçinde bulunduğu ikilikten sıyrılıp bire ulaşması Aşkın Ben ile mümkün olacaktır. Ölüm gelmeden o eski mutluluk ve huzura yaklaşabilmek, taşıdığı beden içine hapsolmuş olanın, tıpkı bir anne özeni ile ihtimam gösterilerek varoluşunu gerçekleştirmesi için, Yunus Tanrı’ya duyulan aşka işaret etmektedir. Varlığı var edenle birlikte anlamak istemiştir. Çıkılan bu yolda o güne değin kendini ait ve güvende hissettiğini varsaydığı alandan, herkes gibi olmaktan uzaklaşmak zorlayıcı bir sınav olacaktır. Kolayı seçmesi, dünyevi olanın aldatıcı güzelliklerine kanması için türlü tuzaklarla dolu bu yola çıkan insan için ikilikten kurtuluşta destek alacağı tek güç hakikate duyduğu aşkı olacaktır. Aşk varsa geri kalan her şey tamam olacaktır. (20) Bu bahsettiklerimizi aşağıdaki dizelerde Yunus’un dilinden duymaktayız:

“Âdem yaratılmadan

Can kalıba girmeden

Şeytan lanet olmadan

Arş idi seyran bana

……

Aklın ererse sor bana, ben evvelde kandaydım

Dilersen deyiverem, ezeli vatandaydım

Kalu Bela söylenmeden, tertip düzen ilenmeden

Hak’tan ayrı değildim, ol ulu divandaydım” (21)

“Bu cihana ben gelmeden sultan-ı cihanda idim

Sözü gerçek, hükmü revan, ol hükm-ü sultanda idim

Halayık bunda gelmeden, gökler melayık dolmadan

Bu mülke bünyad olmadan mülk-ü Yaradan’da idim

Gussa beni görmez idi, kaygu eli ermez idi

Endişe şehrinden taşra bir yüce mekânda idim” (22)

“Dolap niçin inilersin

Derdim vardır inilerim

Ben Mevla’ya âşık oldum

Onun için inilerim

Benim adım dertli dolap

Suyum akar yalap yalap

Böyle emreylemiş çalap

Derdim vardır inilerim” (23)

“Severim ben seni, candan içeri

Yolum vardır bu erkandan içeri

Beni bende demem, bende değilim

Bir ben var bende, benden içeri

Nereye bakar isem dopdolusun

Seni nere koyam tenden içeri

Beni sorma bana bende değilim

Suretim boş yürür dondan içeri” (24)

“Eger beni öldüreler

Külüm göge savuralar

Topragum anda çagura

Bana seni gerek seni

Sufilere sohbet gerek

Ahilere ahret gerek

Mecnunlara Leyla gerek

Bana seni gerek seni

Cennet Cennet dedikleri

Bir ev ile birkaç huri

‘Aşıkına vir sen anı

Bana seni gerek seni

Yunus çagururlar adum

Gün geçtikçe artar odum

İki cihanda maksudum

Bana seni gerek seni” (25)

CAMUS ve YUNUS İLE ABSURD MESELESİ

Absurd meselesini irdelerken bu konuda değerlendirmelerde bulunmuş olan Albert Camus’un fikirlerini Yunus’unkilerle karşılaştırıyor olacağız. Üzerinde duracağımız noktalar yaşamın sürekli tekrarı, ölüm gerçeği, akıl karşısında yaşanan saçmalıklar ve tüm bunların sonucu olarak yaşamın anlamının sorgulanmasıdır.

1913 Cezayir doğumlu Camus’un yaşamın anlamını sorgularken absurd kavramıyla buluşması çok da beklenmedik bir durum olmasa gerek. Gerek kendi ailevi yaşamı gerekse dünyanın içinden geçtiği süreçler üzerinde düşünmeye değer pek çok olay ile doludur. Sisyphos Efsanesine göre dik bir dağın tepesine çıkarılması gereken bir kaya vardır. Ancak tam tepeye çıktığında diğer taraftan aşağı yuvarlanmaktadır. Kaya her aşağı düşüşünde tekrar tekrar yukarı çıkarılmaktadır. Camus’a göre hayat da işte bu anlatılan durum kadar boş ve saçmadır. Ortaya konan ikilikte insanın karşı karşıya kaldığı hâllerde Tanrı’nın kayıtsızlığı saçmalığın ortaya çıkışıdır. Camus dünyayı anlamanın mümkün olmadığına inanır. Yaşanan saçmalıktan kurtuluş için intihar alternatifini de kabul etmez çünkü insan varlığını yok ettiğinde var olma ihtimalini de ortadan kaldırmış olur. Yunus’a göre ise yaşamı anlamlı kılan Tanrı’nın varlığı ve ona duyulan aşktır. Her ikisi de dünyanın akıl yolu ile kavranamayacağı konusunda hem fikirdir. Ayrıldıkları nokta Yunus’un anlamı Tanrı’ya aşk ile tam teslimiyette buluşu, Camus’un ise bu durum için hesap soruyor oluşudur. Camus yaşanan saçmalık ile ilgili tamamen umutsuz değildir. Saçmalık ve yaşamın sonlu oluşu ile ilgili farkındalık oluştuğu taktirde saçmaya rağmen bir yaşam şansı olduğuna inanır. Burada yaşamdan en üst düzeyde fayda sağlayarak yaşamaktan bahseder ancak bunu yaparken kendi mutluluğumuzu başkalarının mutluluğunu da mümkün kılarak kazanmamız gerektiğini söyler. Yunus için ise yaşamın anlamı ikilikten kurtulup bire ulaşmaktır. Bu dünyanın nimetleri geçicidir ve yaşamın amacına dönüşmemelidir. Ölüm ise son değil aslımıza dönmek için bir imkândır. Bu sebeple bu dünyada gönül kırmamalı gönülleri yapmalıyız der. Yunus’a göre yaratılmış olanı yaratandan ötürü severiz ve yaratılmış olan hiçbir şey boşuna ve anlamsız değildir. Anlayamadıklarımız bizim aklımızın anlama kapasitesinin sınırından ötürüdür. Camus ise insanın kendi değerinin farkına varmasının, diğer insanlarla birlikte ve dayanışma hâlinde olması gerektiğini düşünür. Çünkü Camus’a göre kötülüğün varoluşu saçmalığın ortaya çıktığı bir diğer durumdur ve ona göre insan ancak insandan destek alacaktır. Yunus dünyanın saçmalığını kabul eder ve hakikatin ancak aşkla gönül gözü ile idrak edilebileceğini söyler. Albert Camus ise dünyanın bu saçma hâlinin ardında, perde kalkıp hakikat ile buluşmayı beklememektedir. İnsanın bu dünyada yalnız oluşu konusunda fikir birliğindedirler. Ancak Yunus’a göre bu yalnızlık özünden kopmuş olmaktan kaynaklıdır ve ona dönüş ile sonlanacaktır. Camus ise dünyada oluşun irademiz dışında bir mecburiyet olduğu ve bu saçmalıkla yaşamak azmini göstermemiz gerektiğini söyler. Değerli eylemler gerçekleştirme iradesini ortaya koymak onun seçim şansı olan alandır ve varoluşunu anlamlı kılacak olan da budur. (26)

Aşağıdaki şiirlerde Yunus’un ifade etmeye çalıştığımız düşüncelerini buluyor olacağız:

“Bir nazarda kalmayalım

Gel dosta gidelim gönül

Hasret ile ölmeyelim

Gel dosta gidelim gönül” (27)

“Nice bir besleyesin bu kaad ile kaameti

Düştün dünya zevkine unuttun kıyameti” (28)

“Cümle yaradılmışa bir gözle bakmayan

Halka müderris ise hakikatte asidir” (28)

“Bir kez gönül yıktın ise

Bu kıldığın namaz değil

Yetmişiki millet dahi

Elin yüzün yumaz değil” (29)

“Adımız miskindir bizim

Düşmanımız kindir bizim

Biz kimseye kin tutmayız

Kamu alem birdir bize” (29)

“Aşksızlara verme öğüt

Öğüdünden alır değil

Aşksız âdem hayvan olur

Hayvan öğüt bilir değil” (30)

“Dilsizler haberini

Kulaksız dinleyesi

Dilsiz kulaksız sözün

Can gerek anlayası” (31)

“Ölen hayvan olur insanlar ölmez

Ölür ise ten ölür canlar ölesi değil” (32)

YUNUS EMRE ve İNSAN SEVGİSİ

Yunus Emre’de tüm insanları iyi-kötü, zengin-fakir, güzel-çirkin ayırmadan, sınıflandırmadan, din, mezhep, ırk, millet ayrımı gözetmeksizin en saf hâliyle barışa, birliğe, beraberliğe davet eden bir insan sevgisi vardır. Adeta dünya barışı için bir çağrıdır şiirlerinde söyledikleri. Sosyal adaletin sağlanması için ihtiyaç duyanlara yardım edilmesi gerektiğini de hatırlatmayı unutmaz. İkilikten kurtulup birliğe kavuşan insan için sen ben kalmaz. Ortada ne öfkelenecek bir durum ne de kırgın olunacak varlık kalır. Perdenin ardındaki sırra eren için ortada dava edecek bir sebep de olmaz.

“Kimseye hor bakmagıl hergiz gönül yıkmagıl

Yitmiş iki milletde dervişlik yarı gerek

Kimseye düşman tutmazuz agyar dahı yardur bize

Kanda issuzlık varısa mahalle vü şardur bize

Adumuz miskindür bizüm düşmanumuz kimdür bizüm

Biz kimseye kin tutmazuz kamu ‘alem yardur bize” (33)

 

‘’Hakikat bir denizdir, şeriat onun gemisi

Çoklar girdi gemiye, denize dalmadılar

Şeriat oğlanları bahsedip dava kılar

Hakikat erenleri davaya kalmadılar

Dört kitabı şerheden hakikatte asidir

Zira tefsir okuyup manasın bilemediler

Aşk imamdır bize, gönül cemaat

Dost yüze kıbledir, daimdir salat

Dost yüzün görücek şirk yağmalandı

Anınçün kapıda kaldı şeriat

Kimse dinine biz hilaf demeziz

Din tamam olıcak doğar muhabbet” (34)

“Yeyip yedirgil fakire

Eksilirse Tanrı vere

Bir gün tenin yere gire

Geri kalan nendir senin” (35)

Eşitlik ve adalet duygusunu derinden ve en yüksek bir değer olarak öğütlerken her şeyde olduğu gibi bunu da sevgiyle bütünleştirerek anlatır. Şekilde yapılanların özden yoksun olduğu sürece karşılıksız olduğunu en kuvvetli dayanak noktalarına atıfta bulunarak söyler.

“Ak sakallı bir koca

Bilemez hâli nice

Emek yemesin hacca

Bir gönül yıkar ise

Gönül çalabın tahtı

Çalap gönüle baktı

İki cihan bedbahtı

Kim gönül yıkar ise

Sen sana ne sanırsan

Ayrığa da onu san

Dört kitabın manası

Budur eğer var ise” (36)

YUNUS’UN İNSANA YÜKLEDİĞİ SORUMLULUK

Yaratım sürecinde önce cansız varlıklar, sonra bitkiler ve hayvanlar, en son olarak da insan yaratılmıştır. Bu durum var olan her şeyin insana hizmet için yaratıldığı gibi bir kanaat oluştururken Yunus bu anlayışın karşısında durur. Ona göre bu durum insana yaratılan her şeye karşı sorumluluk almayı ödev verir.

Bir ağacın dilinde söylediklerine kulak verelim:

“Beni bir dağda buldular

Kolum kanadım yoldular

Dolaba layık gördüler

Derdim vardır inilerim” (37)

Yunus bu dünyaya ait olanın geçici olduğunu bilir ve ona kapılmamayı öğütler. Ancak bunu söylerken münzevi bir yaşam sürmeyi kastetmez. Bu dünyanın gereklerini ve sunduğu nimetleri ona tutsak olmadan yaşamak gerektiğini anlatır. (38)

“Dünya benim rızkımdırır

Kavmi benim kavmimdirir

Her dem benim yargım yürür

Yargıyı candan tutaram’

Onsuz olursam ölürüm

Onunla diri olurum” (39)

Yunus’un şiirlerinde dikkati çeken önemli bir detay değindiği konularda doğruya davet ederken, yanlışların altını çizerken başkalarını suçlayıcı bir dil kullanmıyor oluşudur. Örnek olmaya çalışır şiirlerini dinleyenlere. Düzeltilecek bir şey varsa kişi önce kendinden başlamalıdır. Kendi kendini hesaba çekmelidir önce insan. Diğer yanda kişi yaptıklarının sorumluluğunu almayıp başına gelen hâlleri türlü dış etkene bağlayıp dertlendiğinde ise ona kendine dönmesini tavsiye eder. (38)

“Siyaset meydanında

Galebeden bakan ol

Siyaset kendi olmuş

Girmiş meydan içinde” (39)

“Hırkanın ne suçu var

Sen yoluna varmaz isen” (37)

Yunus için yol birdir ve herkesi bu yolda aşk ile yürümeye davet eder. İnsan gündelik meşguliyetlerinden sıyrılıp sahip olduğu asıl zenginliklerin farkına varmalıdır. Yürünecek bu çetin yolda ona güç verecek olan aşktır.

“Bilemedin sen seni

Sedefte ne cevhersin” (40)

“Denizleri kaynatır

Mevce gelir oynatır

Kayaları söyletir

Kuvvetli nesnedir aşk” (40)

“Biz sevdik âşık olduk

Sevildik maşuk olduk

Her dem yeni doğarız

Bizden kim usanası” (40)

MEVLÂNA ve YUNUS İLE AŞK ÜZERİNE

Mevlâna ve Yunus tasavvuftaki vahdet-i vücut anlayışı üzere ortaya koydukları düşünce şekli ve değerlendirmeleriyle yalnız bizler için değil tüm dünya insanları için ilham kaynağıdır. Her ikisinin buluştuğu ortak nokta aşktır. Allah’ın âlemleri yaratma sebebi bilinmek isteyişindendir. Bu dünyada her şey zıttı ile birliktedir. Bu ikilik ve çokluk hâli insanı yanıltır. Aslında iyilik, kötülük, güzellik, çirkinlik, zenginlik, yoksulluk diye tanımladıklarımız hep yanılsamalarımızdır. Esas olan Allah ve ona duyulan aşktır. Tüm yaratımın ve varoluşun temelinde bu aşk vardır. Gayemiz çokluktan birliğe ulaşmaktır. Dünyada olup biten ne varsa geçicidir. Yaşamlarımız sonludur. Ancak yaratılan canlı cansız her şeyin sebebi vardır. Hiçbir şey tesadüfi değildir. Kimsenin kimseye hor gözle bakmadığı, şarta bağlanmaksızın sevginin olduğu bir dünyaya davet ederler insanlığı. Her ikisi de akla önem verir ancak aklın manayı anlamakta yetersiz kalacağını da bilir ve söylerler. Sevginin içinde olmadığı hiçbir gerçek başarı yoktur. İlim bile aşk ile ortaya çıkacaktır. Aşağıdaki nasihatinde Mevlâna’nın Yunus ile buluştuğu ortak noktaları görürken her ikisinin de insana dair her detaya nasıl temas ettiğine hayranlıkla şahit oluyoruz. (41)

Mevlâna insanlara şöyle nasihat eder:

“Ben size gizli ve açık bütün hâllerinizde Allah’a karşı takva sahibi olmanızı, az yemek yemenizi, az uyumanızı, az konuşmanızı, günahlardan çekinmenizi, oruca, namaza devam etmenizi, şehvetlerden daima kaçınmanızı, insanlardan başınıza gelecek eziyetlere ve cefalara sabır ve tahammül etmenizi, cahil ve basit insanlarla düşüp kalkmaktan uzak durmanızı, kerem sahibi ve salih kimselerle beraber olmanızı tavsiye ederim. “İnsanların en hayırlısı insanlara en hayırlı olandır” (42)

YUNUS’UN NEFS İLE MÜCADELESİ

Yunus’un şiirlerinde nefs ve onunla sürdürülen mücadele önemli yer tutar. Bu dünyada yaşamın gereği fiziki ihtiyaçları olan insan aynı zamanda hırsları, öfkesi, kin, nefret, kavga, gösteriş gibi duyguları ve mana ile buluşmaktan onu alıkoyan türlü dünyevi hâller ile meşgul olur. Nefs ile mücadele hep devam eder; çünkü o türlü kılıkta karşımıza çıkmayı sürdürür. Suretler değişse de öz aynıdır.

Yunus şiirlerinde nefs ile verilen bu mücadeleleri destan olarak tanımlar. Bu tanımlama kelimenin alışkın olduğumuz kullanımından farklıdır. Çünkü söz konusu savaşta gerçek kişiler, kahramanlar yoktur. Anlatılan destan insanın hırsları ile ahlaki değerleri arasında geçer. Sorumluluk özgür olana has bir durumdur. İnsanın ona verilen akıl ile irade gösterip iyiyi, doğruyu, güzeli seçmesi, ona niyet etmesi ancak kendini tutsak alan bağımlılıklarından özgürleşerek mümkün olacaktır. Nefsin oynadığı oyunlar karşısında insanın elinde aklı ve aşkı vardır. Akıl nefsi aşk ile yönettiğinde insan güzel ahlak üzere olacaktır. Akıl aşk yerine hırs, öfke, düşmanlık gibileri ile birlikte olursa devre dışı kalır ve yönetim nefsin eline geçer. Nefs öyle bir güce sahiptir ki eline düşen eğitimi, mevkii, geçmişi ne olursa olsun ondan kaçamaz. Vesveselerini gerçek kabul edip kapılır gider. (41)

“Hakikate bakarısan nefsün sana düşman yiter

Var imdi ol nefsün ile vuruş-tokuş savaş yüri

Nefsdür eri yolda koyan yolda kalur nefse uyan

Ne işün var kimseyile nefsüne kakı buş yüri

Diler isen bu dünyenün şerrinden olasın emin

Terk eyle bu kibr ü kini hırkaya gir derviş yüri” (43)

“Işk nefs iline akdı ne buldıyısa yakdı

Kibir kal’asın yıkdı anda çok savaş oldı” (44)

Yunus şiirlerinde kendinden miskin Yunus olarak bahseder. Burada miskin kelimesi günlük hayattaki kullanımından farklı anlam taşımaktadır. Yunus nefsinin isteklerinin peşinden gitmek, ona tabii olmak konusunda miskindir. Makam ya da servet sahibi olmak, intikam almak, yapıp ettiklerinde canlı cansız tüm diğer varlıkları yok sayıp her şeyi kendine hizmetle görevli sayacak kadar kibre düşmek nefsin insana yaptırdıklarıdır. Bunlardan sakınmanın yolu dervişlikten geçer. Derviş olmak ne demektir Yunus’un mısralarından dinleyelim. (41)

“Ben dervişem diyen kişi iş bu yola ‘ar gerekmez

Derviş olan kişilerün gönli gendür tar gerekmez

Derviş gönülsüz gerekdür sögene dilsüz gerekdür

Dögene elsüz gerekdür halka beraber gerekmez

Derviş olan kişilerün miskinlikdür ser-mayesi

Miskinlikden özge bize mal-u mülk-ü şar gerekmez” (45)

“Dervişlik didükleri hırkayıla tac degül

Gönlin derviş eyleyen hırkaya muhtaç degül” (46)

Aslında toplumla kurduğumuz ilişki kendimizle kurduğumuz ilişkinin aynası gibidir. Kendimiz ile samimi, gerçek ilişki kurabildiğimiz ölçüde başka insanlarla da buna paralel temaslarda bulunabiliriz. Bireyler de toplumlar da nefsin oyunlarına kapılmadan gerçek meseleler üzerinde üretkenliğini gerçekleştirip iyilik üretebilmeli, sevgiyi çoğaltabilmelidir. İşte bu durumda elde edilen kazanımlar gerçek mutluluğa vesile olacaktır. Yoksa yapılanlar ve konuşulanlar gösterişten öteye geçemeyecektir. Birey olarak da toplum olarak da özgünlükten uzak, herkese tabi, herkes gibi olan kalmaya mahkûm kalınacaktır. Bu da bizi kendimize yabancılaştıracaktır. Erich Fromm ile tartışılmaya başlanan “pazarlamacı kişilik tipi” bu yabancılaşmayı ifade eden bir kavram olmuştur. Nefsine tutsak olanlar hep daha fazlası için talepkâr olurlar. Bu da her bireyi kendini adeta bir meta gibi alıcısının beğenisine sunma telaşına düşürür. Bu hâlde iken kişi kendini gerçek hâliyle göstermeye çekinir hatta korkar. Belirleyici gönül değil de nefs olunca kabul görme hırsı kişiyi de toplumu da kendi gibi olmaktan koparır. Birbirinin kopyası suretler çıkar karşımıza. Aşkın ahlak başkalarının taktiri ya da onayı için değil gönlümüzde doğruyu yapmanın vereceği iç huzur içindir. Yunus da bunun yaşanmasını öğütlüyor. (47)

YUNUS ve ŞİİRLERİNDEKİ SİMGELERDEN BİR ÖRNEK

Yunus şiirlerinde anlatmak istediklerini simgeler ile ifade eder. Bu simgeler çözüldüğünde asıl mananın büyük zekâ ve söz sanatı ile ortaya konduğu görülür. Kendini ifade ederken mısralara sığdırdığı bu gizli dokunuşlar hayranlık uyandırıcıdır.

“Bu tokuz arslan u yidi evren ü dört ejdeha

Bunlarunla ceng idem Rüstem olam destan olam” (48)

Bu dizelerdeki manayı detaylandırmadan evvel tasavvuftaki mertebeler hakkında kısa bir bilgi paylaşmak yerinde olacaktır. Tasavvufta toplam yedi makam olmakla birlikte burada, insan-ı kâmil için önemli ilk dört makamdan bahsedilecektir. Gönül sıkıntısı ile arınmayı dileyen kişi için ilk mertebe makam-ı nefs’dir. Bu aşamada bir mürşidi kamile teslim olunmalı ve kelime-i tevhid zikredilmelidir. Makam-ı sadr ya da kalb olarak ifade edilen ikinci mertebede ise dinen yasaklı olan ne varsa ondan arınmak amaçlanır. Üçüncü mertebe olan nefs-i mülhimede kişi ikilikler ile mücadele eder. Bazen barış doludur bazen hiddet, bazen huzurludur bazen kuruntu ve şüphe doludur. Bu aşamadaki sınavlarını geçenler dördüncü mertebede nefs-i mutmaineye ulaşırlar. Allah ile manevi bir bağ kurulmuş, onun emir ve yasakları ile ilgili hiçbir tereddüt kalmamıştır. Birinci aşamada rüyasında aslan gören kişinin kalbindeki kin ve kibirden arındığı kabul edilir. (49)

Bu bilgiler ışığında söyleyebiliriz ki Yunus yukarıdaki dizelerde dokuz aslan, yedi evren ve dört ejderha ile savaşmak istemektedir. Burada yedi evren ile kastedilen tasavvuftaki yedi makam, dört ejderha ise açıklaması paylaşılan dört mertebedir. Dokuz aslan ise kin ve kibirden temizlenildiğine dair rüyayı işaret etmektedir. Yunus bu isteğini İranlı şair Firdevsi’nin Şehname’sindeki Rüstem karakteri ile bütünleştirmektedir. Bu sayede anlatmak istediklerine örnekle vurgu yapmaktadır. Rüstem karakterinin diğer adı Hefthan-ı Acem’dir ve yedi kısımdan oluşmaktadır. Bu yedi kısım tıpkı tasavvuftaki yedi makam gibi yedi tehlikeli geçidi temsil etmektedir. Yunus’un istediği de tıpkı türlü zorluklarla savaşarak Keykavüs’ü kurtaran Rüstem gibi bir kahraman olabilmektir. Onun arzu ettiği kahramanlık kendi nefsi ile vereceği savaşta bahsi geçen yedi mertebedeki sınavlarını başarıyla geçip kendi nefis savaşının galibi olabilmektir. (49)

YUNUS ve TÜRK DİLİ

Milli birlik ve beraberlik harcını kuvvetlendiren en önemli kıymetlerden biri ortak kültür ve dildir. Sadece Allah aşkıyla yanan ve hislerini şiirle aktaran bir tasavvuf şairi diyerek Yunus’u tanımlamak Türk Dili ve milli birlik bilincinin oluşmasındaki emeğini yok saymak ne denli adaletli olabilir?

Moğol istilası ve günün şartları giriş bölümünde özetle paylaşılmıştı. Geleceğe olan inancı sarsılmış dağılmanın eşiğindeki Türk toplumunun özünün gücüne güvenmesini, birlik olmanın bilincine varmasını mümkün kılan unsurlardan biri Yunus Emre’nin Türkçe şiirleri olmuştur.

Yunus’un ilham kaynağı şüphesiz mirasçısı olduğu Ahmet Yesevi’dir. Aşağıdaki şiirinde Ahmet Yesevi’nin kendi dilinden Türkçeye verdiği değeri duyalım:

“Sevmez sözde bilginler

Bizim Türkçe dilini

Bilgeler konuşursa

Açar gönül ilmini

Ayet ve hadis Türkçe

Söylenirse duyarlar

Anlamına erenler

Baş eğerek uyarlar

Ey miskin Hoca Ahmet

Yedi atana rahmet

Fars dilini bilsen de

Sen Türkçene devam et” (50)

Yunus da pirinin tavsiyesine uymuş, Farsça şiir söyleme imkânı olsa da o Türkçe şiir söylemeyi bilinçli bir tercihle seçmiştir.

Yunus bu tavrı ile döneminde takdir ve kabul gören, edebi oluşun ölçüsü sayılan Arapça ve Farsçanın karşısında Türk dilinin gücünü en zayıf sayıldığı yönü olan sadeliği ile ortaya koymuştur. İçindeki aşkı en coşkulu bir şekilde Türkçenin yalın, duru ifadeleri ile aktarmıştır. (51)

Bir toplumun yönetilmesinde, birlik ve beraberliğin tesis edilmesinde dil hayati rol oynar. Ölçünlü dil denen, eğitim, hukuk, basın ve resmi yazışmalarda kullanılan, yaygınlığı ile toplumun genelinin bilgisine sahip olduğu dil türlü etmenler vasıtasıyla belli bir zaman diliminde oluşur. Bu etmenler arasında yaşanan bölgenin özellikleri, dini motifler, kültürel ve ideolojik değişimler ve alışverişler sayılabilir. Yunus’un yaşadığı yıllarda resmi ve bilimsel yazışmalarda Arapça, edebiyatta Farsça kullanılmakta idi. Süregelen bir ölçünlü dilin yerini almak ancak yazı dilinde kullanımın yaygınlaşması ve sürekli oluşu ile sağlanabilir. Yunus şiirlerinde Türkçe kullanarak o güne değin potansiyeli yok sayılmış hatta yetersiz sıfatıyla zayıflatılmış Türk diline kendi gücünün farkına varma ve yapabileceklerinin imkânını ortaya koyma fırsatını sağlamıştır. Kullanıldıkça güçlenen Türkçe zamanla konuşma dilinden yazın diline geçmiş ve Arapça ve Farsçanın yerini almıştır. Bugün kullandığımız Türkçenin hak ettiği değeri ve derinliği kazanmasında hiç kuşkusuz Yunus Emre’nin büyük katkıları olmuştur. (52, 53)

YUNUS ve SÖZ SÖYLEME SANATI

Yunus şiirlerinde en derin manaları, bıçaktan keskin sözlerini su gibi akan bir ifade ile bir billur damlası kadar saf ve duru anlatımla aktarmasını bilmiştir. Mısralarında sanki günlük bir sohbetin tatlı rehavetini yaşarken zekâsının ördüğü saklı patikalardan hiç anlamadan geçer, bir anda müthiş bir sırla karşı karşıya gelebilirsiniz. Fikirlerinin kabulü için tasaya düşmeksizin inandıklarını saf iyilik ve doğruluk adına sevgi ile paylaşmıştır. Tüm bunlarda kelimenin gücünün farkında oluşu ve onları kullanmadaki becerisi saygı ve hayranlık uyandıran unsurlardır şüphesiz. Yunus ise bununla yetinmeyip bizlere sözün gücünü bizzat anlatmaya, iletişimdeki önemini açıklamaya çalışmıştır. Bir söz ustasının ustalığının sırlarını ve bunun yaşamdaki etkisini aktarma derdine düşmesi sık rastlanılan bir hâl değildir. Paylaştığı tüm inceliklerin ise tek bir şartı vardır: aşk ile uygulanması.

“Yunus doğru konuşmayı, yalan söylememeyi, dedikodu yapmamayı, kötü söze benzer karşılık vermemeyi, yerinde, zamanında, az ve öz konuşmayı, sert, kırıcı, kavgayı körükleyici değil nazik, gönül alıcı, barışa teşvik edici sözler söylemeyi, hissi değil düşünerek, aklı kullanarak konuşmayı, kişilerin ayıplarını yüzlerine vurmamayı, duygu ve düşünceleri saklamadan doğru şekilde ifade etmeyi, büyüklerden örnek almayı, anlaşmazlıkları diyalogla çözmeyi öğütler.” (54)

Bugün iletişim, önemi herkes tarafından kabul edilen, metotları olan akademik bir disiplindir. Üzerine eğitimler verilen, kitap ve benzeri kaynaklar ile bilgisi hemen herkesin erişimine açık olan kuralları, yöntemleri yüzyıllardır aşikâr olduğu hâlde iyi bir konuşmacı olabilmenin önündeki engel nedir? Yunus yukarıda sayılanlar aşksız yapıldığında noksan kalacaktır diyor.

“İşidün iy yarenler ışk bir güneşe benzer

Işkı olmayan gönül misali taşa benzer” (55)

Çünkü dil ne söylerse söylesin aşktan yoksun ise can yakacaktır. Gönül yapmak bir yana işitenin canından can alacak, kalbini soğuklarda bırakacaktır. Aşksız söylenen söz en tatlı kelimeler bile olsa kavgadan farksız olacaktır. (56)

“Taş gönülde ne biter dilinde agu tüter

Nice yumşak söylese sözi savaşa benzer” (55)

“Işkı var gönül yanar yumşanur muma döner

Taş gönüller kararmış sarp katı kışa benzer” (55)

Yunus’a göre iletişimin başarılı olmasının bir diğer şartı sözü işiten kişinin de gönlünün aşk ile dolu olması gerektiğidir. Aksi hâlde söylenenler kişinin anlama kapasitesi ile sınırlı olacak, mana eksik kalacaktır. (56)

“Bir kişiye söyle sözi kim ma’niden haberi var

Bir kişiye vir gönlini canında ışk eseri var

Işksuzlara virme öğüt ögüdünden alur degül

Işksuz âdem hayvan olur hayvan ögüt bilur degül

Kara taşa su koyarsan elli yıl ısladurısan

Heman taş gine bayagı hünerlü taş olur degül

Işksuzlara benüm sözüm benzer kaya yankusına

Bir zerre ışkı olmayan bellü bilün yabandadur” (55)

Yunus konuşmanın doğru zamanda doğru şekilde yapılmadığı taktirde doğru bir niyetle çıkılan yolda yanlış sonuçlarla karşılaşılacağını da söyler. Sözün gücü öyle tesirlidir ki gönüllerde çiçek de açtırabilir yara da. (56)

“Kişi bile söz demini dimeye sözün kemini

Bu cihan cehennemini sekiz uçmag ide bir söz

Yüri yüri yolunıla gafil olma bilinile

Key sakın ki dilinile canına dag ide bir söz

Yunus imdi söz yatından söyle sözi gayetinden

Key sakın o şeh katından seni ırak ide bir söz” (55)

YUNUS’UN FARKLI YAKLAŞIMLAR İLE SUNULUŞU

Yunus şiirleri halk arasında dilden dile ezbere bilindiği hâlde Divan edebiyatında kabul görmediği için bilinirliği geri planda kalmıştır. Günümüze ulaşmış iki eseri vardır: Yunus Divanı ve Risaletün-Nushiyye.

Halk içinde makamı gönüllerde olan Yunus’un aydınlar tarafında bilinirliğinin ilk adımı Fuat Köprülü’nün 1913 yılında Türk Yurdu dergisinde yayımlanan iki makalesi ile olmuştur. Daha sonra 1918 yılında Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı eserinin ilk bölümünde Ahmet Yesevi, ikinci bölümünde Yunus Emre anlatılmıştır. Tıpkı yıllar önce olduğu gibi Yunus dara düşülen bir zamanda birleştirici bir unsur olarak görülmüştür. Bu sefer dağılmanın eşiğindeki imparatorluk için Türklüğü hatırlatan, yüksek değerlerde buluşmayı sağlayacak bir kurtarıcı kabul edilmiştir. Tüm bu ilgiye rağmen Yunus Divan’ının dikkatle düzenlenip özenli bir basıma kavuşması ancak 1933’te Burhan Toprak’ın emekleri ile olmuştur. “O, benden bana gelen bir ses gibiydi, bu yüzden onu çok sevdim” der. (57) Türk beşlerinden olan Adnan Saygun, Yunus Emre Oratoryosunu bestelemeye o dönemde karar verir. Abdülbaki Gölpınarlı ömrü boyunca Yunus Emre’yi farklı yönleri ile anlamaya ve anlatmaya devam edecektir. 1940’larda devletin oluşturmaya gayret ettiği yeni Türk kimliğinde Yunus’a yine önemli bir görev düşüyordu. Osmanlı’ya ait kültür geri plana atılırken Yunus Emre’nin yardımına başvurulmaktaydı. Bu dönem Yunus Emre’nin mezarının tespiti için çalışmalar hızlandırılmış, yeni bir Yunus Emre Divanı çalışması için tüm yurtta adeta seferberlik ilan edilip Yunus’a ait olduğu düşünülen şiirlerin yetkililere teslim edilmesi duyurulmuştu. Diğer taraftan Adnan Saygun oratoryosunu tamamlamak üzere çalışmalarına yoğunlaşmıştı. Yunus Emre Oratoryosu 21 Mayıs 1946’da Ankara Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi büyük salonunda cumhurbaşkanı başta olmak üzere kıymetli bir topluluk önünde seslendirildi. (4)

Hasan Ali Yücel oratoryo için şu tanımlamayı yapmıştır: “Yunus Emre Oratoryosu ne bir mersiye ne bir methiye ne alaturka ne alafranga; yalnız ve yalnız Yunus’un ölümsüz şahsında içli, duygulu Türk ruhunun hayat memat dediğimiz muamma karşısındaki arama cehdidir.” (58)

28 Haziran 1947’de Eskişehir Sarıköy’de mezarı bulunmuş, 6 Mayıs 1949’da yapılan anıt mezara nakli gerçekleştirilmiştir. Tören günü anlatılırken “O gün herkes bir ölünün mezarında değil, bir ölümsüzün huzurunda olduğunu hissetti.” denmiştir. (59)

“Ölür ise ten ölür Canlar ölesi değil” (60) diyen Yunus yedi asırdır çokluktan birliğe giden yolda yürümeye niyet eden herkesle birliktedir. Saklı bir hazinedir Yunus. Telaşsız, sabırla beklemektedir keşfedilmeyi. Biz hazır olduğumuzda…

ESER EK

Kaynaklar

  1. Çalık, Fatma (2011). Bir Semantik Analiz Denemesi: Kur’an’da ‘Kalp’ Kavramı. T.C. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:20, Sayı:2, s.188
  2. Bobaroğlu, Metin. 8 Mayıs 2021. Unesco 2021 Yunus Emre Yılı. https://www.youtube.com/watch?v=Wr-uT8wTpSM
  3. Kunter, Halim Baki (1990). Yunus Emre Bilgiler-Belgeler, Eskişehir Valiliği Yayınları, Karaca Ofset
  4. Ayvazoğlu, Beşir (2010). Herkesin Yunus’u Kendine Göre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 17-21
  5. Özbahçe, Osman (2010). Türk Şiirinin Menşei ve Yunus Emre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 84-89
  6. Türkyılmaz, Yrd. Doç. Dr. Dilek (2010). XIII. Yüzyıldan Günümüze Ulaşan Bir Ses: Yunus Emre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.44
  7. Türkyılmaz, Yrd. Doç. Dr. Dilek (2010). XIII. Yüzyıldan Günümüze Ulaşan Bir Ses: Yunus Emre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.46-47
  8. Müftüoğlu, Atasoy (2010). Yunus Emre’yi Okurken Eleştirel Bir Dikkat Gerekiyor. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 10-11
  9. Akgül, Abdullah (2016). GAZALİ’DE DİNİ TECRÜBE. Yüksek Lisans Tezi. T.C. ERCİYES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE VE DİN BİLİMLERİ ANABİLİM DALI DİN FELSEFESİ BİLİM DALI.
  10. Taşpınar, Mustafa (1992). YUNUS EMRE VE MEISTER ECKHART’TA İNSAN SEVGİSİ. Doktora Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI ALMAN DİLİ VE EDEBİYATI BİLİM DALI,78-80, 92
  11. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.83
  12. Ortaoğlan, Yıldırım (2017). YURDA DÖNÜŞ: KAYGI, KORKU, TEKNİK. ULAKBİLGE, Cilt:5, Sayı:13, 1023-1045
  13. Aşar, Haluk (2014). HEIDEGGER VE SARTRE FELSEFESİNDE ‘’KAYGI’’ VE ‘’BULANTI’’ KAVRAMLARININ ANALİZİ. FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), sayı:17, 85-99
  14. Karabulut, Dilnur (2014). HEIDEGGER FELSEFESİNDE ‘’KAYGININ’’ YERİ. Yüksek Lisans Tezi. T.C. ADNAN MENDERES ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİM DALI
  15. Aksakal, Aydan (2019). SANAT ONTOLOJİSİ BAKIMINDAN BOŞLUK KAVRAMI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİMDALI FELSEFE PROGRAMI.
  16. Aksakal, Aydan (2019). SANAT ONTOLOJİSİ BAKIMINDAN BOŞLUK KAVRAMI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİMDALI FELSEFE PROGRAMI, s.88
  17. Yıldız, E. ve Yurt, E. (2016). HERDER’DEN HEIDEGGER’E: SORGE. Kutadgu Bilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, Sayı:30, s.385
  18. Aksakal, Aydan (2019). SANAT ONTOLOJİSİ BAKIMINDAN BOŞLUK KAVRAMI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. MİMAR SİNAN GÜZEL SANATLAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ FELSEFE ANABİLİMDALI FELSEFE PROGRAMI, s.89
  19. Yıldız, E. ve Yurt, E. (2016). HERDER’DEN HEIDEGGER’E: SORGE. Kutadgu Bilig Felsefe-Bilim Araştırmaları, Sayı:30, s.390
  20. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, 71-93
  21. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.72
  22. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.73
  23. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.77
  24. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.84
  25. Tatcı, Mustafa (2020). YUNUS EMRE DİVANI. (5. BASKI), S.454-455, İstanbul: H YAYINLARI
  26. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, 81-101
  27. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.87
  28. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.88
  29. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.89
  30. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.93
  31. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.95
  32. Bayraktar, Levent (2000). ALBERT CAMUS ve YUNUS EMRE’DE ABSURD KAVRAMI. Felsefe Dünyası, 2000/1, Sayı:31, s.99
  33. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.89
  34. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.93
  35. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.90
  36. Çubukçu, Prof. Dr. İbrahim Agah (1982). YUNUS EMRE’NİN FELSEFESİ. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:25, Sayı:1, s.91-92
  37. Kılıç, Burak (2010). Yunus’tan Modern İnsana Sevgilerle. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.30
  38. Kılıç, Burak (2010). Yunus’tan Modern İnsana Sevgilerle. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.28-31
  39. Kılıç, Burak (2010). Yunus’tan Modern İnsana Sevgilerle. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.29
  40. Kılıç, Burak (2010). Yunus’tan Modern İnsana Sevgilerle. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.31
  41. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI.
  42. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.33
  43. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.94
  44. Doğru, Fatih (2020). Yunus Emre’nin Nefsiyle Savaşı. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.50
  45. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.96
  46. Yanmaz, Ömer (2009). MEVLÂNA VE YUNUS EMRE’DE VARLIK ANLAYIŞI. Yüksek Lisans Tezi. T.C. SELÇUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İSLAM TARİHİ VE SANATLARI ANABİLİM DALI TÜRK İSLAM EDEBİYATI BİLİM DALI, s.97
  47. Sayar, Prof. Dr. Kemal (2010). Sahicilik Kayıplara Karışıyor. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 12-15
  48. Nalçacıgil Çopur, Emel (2020). Divan şiirinde aslan metaforu. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2020.18(Mart), s.291
  49. Nalçacıgil Çopur, Emel (2020). Divan şiirinde aslan metaforu. RumeliDE Dil ve Edebiyat Araştırmaları Dergisi, 2020.18(Mart), s.285-302
  50. Yunus Emre Aşkın Yolculuğu (2016) 2. Sezon 28. Bölüm. https://www.youtube.com/watch?v=FLph1NDdMzQ
  51. Enkin, Emel (2010). Yunus Emre ve Türk Dili. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 42-43
  52. Çetinkaya, Dr. Bayram (2010). Ölçünlü Dil ve Yunus Emre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, 22-23
  53. Kunduracı, Gizem (2010). Büyük Türk Mutasavvıfı Yunus Emre ve Dilimiz Üzerine Birkaç Söz. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.55
  54. Yrd. Doç. Dr. Fevzi (2010). Taş Gönülde Ne Biter? Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.52-53
  55. Yrd. Doç. Dr. Fevzi (2010). Taş Gönülde Ne Biter? Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.53
  56. Yrd. Doç. Dr. Fevzi (2010). Taş Gönülde Ne Biter? Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.52-54
  57. Ayvazoğlu, Beşir (2010). Herkesin Yunus’u Kendine Göre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.17
  58. Aracı, Emre (2003). Adnan Saygun ve Yunus Emre. Andante, April-May, s.25
  59. Ayvazoğlu, Beşir (2010). Herkesin Yunus’u Kendine Göre. Çağları Aşan Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.20
  60. Kılıç, Burak (2010). Yunus’tan Modern İnsana Sevgilerle. Çağları Aşana Sevgi Çağrısının Sesi Yunus Emre. ESKİ yeni T.C. Eskişehir Valiliği Aylık Şehir Kültürü Dergisi, Sayı:15, s.30

 

 

 

 

 

 

1 thought on “SAKLI HAZİNE YUNUS EMRE

  1. Merhaba NE yazacağım nasıl ifadede edeceğim bilmiyorum sitenizi keşfedip makaleleri okumak güzel yalın anlatım ile okurken kaybolmanın tadına vardıran bu çalışmalarınız için sonsuz teşekkürler şanslıyım 🙂

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir