ERNST CASSIRER’İN DİL VE MİT ESERİNE BİR BAKIŞ

Ernst Cassirer Kimdir?

Kısaca Hayatı (1874-1945): Alman filozof Ernst Cassirer, 1874’te Polonya’da doğdu. Üniversite eğitimine 1892’de Berlin Üniversitesi’nde başladı. Burada Kant üzerine aldığı ders ve Yeni-Kantçı Marburg Okulu’nun kurucusu Hermann Cohen’ın metinleri üzerindeki çalışmaları, Cassirer’in düşünce dünyasını ve felsefesini derinden etkiledi. Böylelikle doktora eğitimini 1896 ve 1899 yılları arasında Marburg’da, Descartes’ın matematik ve doğa bilimlerinin bilgisi üzerine çalışarak tamamladı. Sonraki çalışmalarında Leibniz’in felsefesini ve felsefesinin bilimsel temellerini ele aldı. Bu konuların daha kapsamlı bir hâl almasıyla Rönesans’tan Kant’a kadar felsefe ve bilimin gelişimi üzerine odaklandı. 1919-1933 yıllarını Hamburg Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak geçirdi ve bu süreçte üç ciltlik Sembolik Formlar Felsefesi eserini yayımladı. Yirminci yüzyılın büyük düşünürleri arasında sayılan Ernst Cassirer, idealist bilim felsefesini kurma çabasıyla ve felsefi idealizmin savunucusu olarak anılır.

Cassirer, 1941’de ABD’ye göç eder ve Yale ve Columbia Üniversitelerinde felsefe dersleri verir. “İnsan Üstüne Bir Deneme” adlı eserini İngilizce olarak yayınlar (1944) ve bu eseri kendisinin felsefi düşüncelerinin genel bir özetini içerdiği gibi, kültürün antropolojik bakış açısını kapsar. New York şehrinde 1945 yılında vefat eden Cassirer’in Devlet Miti adlı kitabı ölümünden sonra yayınlanır (1946).

Dil ve Mit Eserine Bir Bakış

Dil ve Mit eseri, Cassirer’in sözün gücü, dil ve mitin birbirini ne şekilde önceleyebiliyor olacağına dair temel yaklaşımlarını aktardığı, kısa fakat bir o kadar da özlü çalışmasıdır.

Cassirer, fikirlerinde genel anlamda Platoncu bir ilhamın izlerini taşır. Fikirlerinin ve eserlerinin ortaya çıkmasında Aby Warburg’un kurduğu Kültürel Bilimler Kütüphanesi büyük önem taşır, bu kütüphanede tanıştığı metinler ve akabindeki okumaları düşünce dünyasında büyük bir yere sahiptir. Düşünceleri ve ortaya koyduğu eserler, Leo Strauss ve Wilbur Marshall Urban gibi önemli isimleri de etkilemiştir.

Ernst Cassirer, Dil ve Mit çalışmasında dilin antropolojik açıdan insanların dünyayı anlamlandırma biçimlerinde, dini ve miti kurgulayışında, algılayamadığı ve tahayyül edemediğini somutlaştırmada oynadığı rolü kapsamlı ve detaylı bir şekilde irdeler. Araştırmasını özellikle dil ve mit bağlamına odaklayarak bu iki temel kavram arasındaki dinamiklere farklı noktalardan yaklaştığı bir bakış açısı sunar. Dil ve mit arasındaki bağıntıyı “İnsan Kültürünün Örüntüsü İçerisinde Dil ve Mitin Yeri”, “Dinsel Tasavvurların Evrimi”, “Dil ve Kavramlaştırma”, “Söz Büyüsü”, “Dinsel Düşüncenin Ardışık Evreleri” ve “Mecazın Gücü” olmak üzere altı başlık altında ele alır.

Ad ve varlığın özü arasında, Faustçu vaat olarak nitelendirdiği, ayrılmaz bir ilişki söz konusudur. Felsefi ve mitolojik yaklaşımlarda bir varlığın çağrılma ve isimlendirme şeklinin, o varlığın özüne dair bilgiyi taşıdığına dair yaklaşıma değinir. İsim, yalnızca nesnenin yahut kişinin fiziksel varlığına referansta bulunan bir sözcük ya da söz öbeğinden ibaret değildir. Bu telaffuzun içerisinde, varlığın var olma durumunun adlandırılmasının ötesinde, varoluşunun potansiyelini barındıran “öz”e dair içkinlik durumu mevzubahistir. Cassirer bu durumdan “gerçek nesnenin adda bil kuvve içerildiğini ifade eden yaklaşım tam da mit üreten bilincin kendisinin asli varsayımlarından biridir” şeklinde bahseder. Ancak Herber Spencer ve Max Müller gibi düşünürler, bu “örtük özdeşlik” ilişkisinin insan zihninin yarattığı bir fenomen olabileceğini ortaya atmış ve insanların nesnelere verdikleri isimleri doğru yorumlamama ihtimalinin üzerinde durmuşlardır.

Müller varlığın adı ve özü arasındaki ilişkiden yola çıkarak, mit ve dil arasındaki bağı da ele alır. Benzer şekilde, bu iki kavram arasındaki muhtemel bir özdeşlik ve eş zamanlılık ihtimalini de reddeder. Miti ne tarihin bir sonucu ne de doğanın seyriyle ortaya çıkmış bir unsur olarak değerlendirir. Miti ortaya çıkaran dildir. Ancak söz konusu olan, sistemli bir yapıya sahip ve bu sistemin yarattığı mantık çerçevesinden doğan bir mit fikri değildir. Aksine, dildeki zayıflıklar ve muğlak ifadeler mitleri doğurur. Bu noktada, sesteş veya birbirini çağrıştıran kelimeler arasında anlam bakımından doğrudan bir ilişki tespit edilemese de mitler aracılığıyla bağlantılar oluşturulur. Mitolojik öykülerde yer alan bazı mantık dışı nesne ve atıfların da bu kelime benzerliğinin ürünü olarak mit yaratımında rol oynamış olma ihtimaline değinir. Büyük tufan mitinden sonra insanların nasıl Deukalion ve Pyrrha tarafından fırlatılan taşlardan doğduğu gibi mitsel anlatıları ele alırken etimolojik kökenlere detaylıca yer verir. Taş ve insan doğasındaki özdeşlikten ziyade, Yunanca “insan” ve “taş” kelimeleri arasındaki uyağa dikkat çeker.

İnsanlar konuştuğu, duygu ve düşüncelerini dil ile aktardığı sürece, düşünceler dil ile tezahür eder. Mitoloji de “dilin doğal gerekliliği” olarak tabii bir şekilde ortaya çıkar. Dil, düşüncenin şeklini ifade ediyor olsa da onu tam anlamıyla aktarabilmesi mümkün görünmemektedir. Böylelikle düşüncenin yanında dil yetersiz kalır, düşüncenin bizzat kendisini aktaramaz. Dil ve düşünce arasındaki uzlaşamayan vaziyet miti doğurur ve mit, tıpkı bir gölge gibi, dili takip eder. Sonuç olarak mit, yalnızca geçmişteki ya da fantezi dünyadaki bir zamana ait değil, dilin var olduğu her anda kendisini gösterir. İçerisinde yaşadığımız anda da mitolojinin gölgesi bizleri sarar. Mitleri gölgeye benzeten Müller, hakikati ise öğle ışığı ile ilişkilendirir. Nitekim öğle vakti, güneş dik açıyla vurur ve neredeyse hiç gölge oluşmaz. Fakat dil, düşüncenin ifadesi olmaya yetmemekte, hakikatin ışığını bir prizma gibi kırmakta ve miti yaratmaktadır, “mitsel dünya özü itibarıyla bir yanılsama dünyasıdır”.

Gerçeklik ulaşılamaz bir noktada durur. Erişilemez oluşu dolayısıyla insan zihnine bizzat yaklaşamadığından aracılar doğmuştur. Bu aracılar, onu temsil edecek olan simge kullanımıdır. Cassirer, bu işlevlerinin sonucu olarak simgelerin “aracılığın lanetini” taşıdıklarından bahseder zira “açığa vurmaya uğraştığı şeyi örtmeye mahkûmdur”. Böylece simgelerin temsil ve ima yoluyla hakikati aktarmaya çalıştığını ancak hakikat ile özdeş olmadıklarından bu aktarım esnasında ona gölge düşürdüğünden bahsedilebilir. Taşıdığı mesajı aktarmasının yöntemi onu gizlemek ve örtmektir. Mit, sanat, dil ve bilim bu simgeler olarak ele alınabilir. Bu alanların her biri, gerçekliğin birer aracı, birer “organıdır”. Onlar aracılığıyla gerçek bir nesne üzerinde somutlaşabilir ve zihinle buluşabilir.

Teolojik kavramlar ele alındığında din ve dil olguları arasında sıkı bir ilişki olduğu saptanır. Cassirer, bu bağlamda Usener’in görüşlerine yer verir. Böylelikle teolojik kavramlara dair üç ana başlık karşımıza çıkar: anlık tanrılar, özel tanrılar ve kişisel tanrı. Bu tanrı figürleri mitolojinin konusu ile bire bir örtüşür ve bir yandan da dilin etki alanı dâhilindedir. Nitekim “anlık tanrılar” ele alınacak olursa, insanın ani ve bilinmedik fenomenler karşısında gösterdiği anlık imgeleştirme ve isimleştirme eğilimi kaşımıza çıkar. İnsanların yaşam gailesi içerisinde özel eylemlerine ve hayatın belirli dönemlerine ilişkin önem arz eden ilahiyatlar tanımlandığında “özel tanrılar” ortaya çıkar. Usener’e göre “kişisel tanrıların doğuşu için [ise] gerek koşul dilsel-tarihsel süreçtir”. Bu ilahiyatların çıkış noktaları farklı motivasyon ve eylem biçimlerine dayansa da her birine verilen isim, dinsel ve mitosa dair düşünceyi kendi içerisinde barındırır. Bu tanrıların isimleri, ortaya kondukları zihniyet ve tanrıların etkinlik alanına içkindir. Hatta birtakım fenomenlerin, bir durumun yahut soyut kavramların bir ilahiyat temelinde isimlendirilmesi ile tanrının kişiselleştirilme süreci başlar. Soyut dünyaya ait olanlar, cisimleşebilecek bir zemine kavuşur. Cassirer, bu analojiye Usener’in fikirlerinden yola çıkarak varır, bu fikirlerin örnekleminde ise yoğun olarak Grek ve Roman panteonu yer alır.

Dili, zihinle ve Cassirer’in ortaya koyduğu biçimde ele alacak olursak, hakikati simgeleştiren bilim, sanat, mitoloji gibi alanlarla girdiği ilişkinin en önemli dinamiklerinden biri şüphesiz kavramsallaştırma sürecidir. Cassirer’e göre “tüm kuramsal kavrayış dilin önceden oluşturduğu bir dünyadan yola çıkar; bilim insanı, tarihçi, hatta filozof ancak dilin kendisine sunduğu hâlleriyle nesnelerine razı olmak durumundadır”. Bu anlamda, farklı alan ve disiplinler kendilerine has bir çerçeve, vizyon ve hatta jargon sunsa dahi tüm bunlar ancak dilin bu alana sunduğu kapsam dâhilinde gerçekleşebilir. Bu yüzden insanın hakikate dair edinimlerini mümkün kılan bu alanların sınırları dil tarafından belirlenmektedir. Bu bağlamda ortaya çıkan fakat yanıtlanması da bir o kadar zor sorulardan biri, “mitsel-dinsel imgeleme ait fikirlerin” dilin söz dizimini, artikel kullanımını ve bu artikellerin birbirlerinden ayrılma biçimlerini, isimlerin cinsiyet edinme yapısını ve benzeri pek çok konuyu ne şekilde etkilemiş olabileceğidir. İsimlere cinsiyet atfetmek yerine karmaşık ve farklı sistemleri kullanan toplulukların, dinsel tahayyüllerinin ve oluşturdukları tanrısal kurgunun farklılaşmasında dilin rolünün ne ölçüde aktif olduğu da önemli bir soru olarak karşımıza çıkar. Ancak bu sorunun bilinmesi bir hayli güç olan cevabının ötesinde, mit ve dilin gelişim sürecinde benzer işlevlerle hareket ettiği ve birbirlerinin evrimi için temel hazırladığından bahsedilebilir. Günlük karşılaşmalardan çok daha genel geçer kavramlara kadar, bu durum geçerlidir. Nitekim insanın sahip olduğu kozmovizyonun temelinde, dil ve mit birlikte çalışır. Yalnızca dil yahut yalnızca mitin güdümü, insanın evrene dair perspektifini açıklamakta yetersiz kalır.

Dilin gücü ele alındığında, şüphesiz dinsel bağlamda “söz” ve “kelam” akla ilk gelenlerden olur. Sadece semavi dinlerde değil, pek çok yerel ve arkaik inancın kozmogonisinde sözün üstünlüğüne dair yapılanmalara rastlanır. Preuss’un Utitoto yerlilerinin yazılı kaynaklarına ilişkin çalışmalarında ortaya çıkardığı bir cümle Yuhanna İncili ile büyük paralellik gösterir: “Söz, Babayı yarattı.” (Alıntılayan Cassirer, 2018) Yani, yaratıcının ilk aracı olarak söz, varlığı önceleyendir ve kimi durumlarda varlığın kaynağı olarak nitelendirilir. “Konuşan dil” olarak da ifade edilebilecek olan söz, düşünen zihin ile özdeşlik hâlindedir. Eski Ahit’te de “ışığı karanlıktan ayıran” ve “göklerle yeri meydana getiren” kelamdır. Tanrı’nın sözü ile yaratım gerçekleşir. Fakat dünyevi varlıklar yaratımla beraber isimlerine doğrudan kavuşmaz. Tanrı, bütün hayvanları yarattıktan sonra bunları isimlendirme işini insana verir. Böylelikle insanın dünya üzerindeki fiziksel hâkimiyetinin yanı sıra, entelektüel anlamda da üstünlüğü ilan edilir. O andan itibaren dünyanın varlıkları insanın bilgisine tabidir.

Cassirer “Söz köken bakımından ilk olduğu gibi güç bakımından da üstündür.” demektedir. Söz, doğrudan bir ilahiyatı temsil ediyor gibi görünse de genellikle bizzat kutsallığı ve tanrısallığı ifade etmektedir. Sözün gücü, sadece yaratım ve tanrının isminde değil, yaşam ve ölüme dair detaylarda da kendisini gösterir. Bunlardan biri, Mısır’da ölüm sonrası yolculuğa uğurlanan kişinin, ölüm sonrasına dair temel ihtiyaçlarının yanı sıra sözün ona vereceği güçle donatılmasıdır. Onlara sağlanan rehberlikte en elzem unsurlardan biri, yeraltı dünyasının eşik bekçilerinin isimleridir.

Sözün gücü, tanrısal ve kutsal isimlerin taşıdığı ağırlık olarak da kendisini gösterir. Bu isimlerin taşıdığı derin anlam, onlara gündelik yaşamın ötesinde bir nitelik kazandırır. Dolayısıyla kutsal olan, profan olan ile gereksiz yere temas ettirilmez. Bu sebeple tanrısal ad durduk yere anılmaz çünkü bu adda büyük bir güç barınmaktadır. Adın anılmasıyla bu güçlerin açığa çıkmasına dair anlayışlar söz konusudur. Öte yandan, bir işe başlarken kutsal olanı anmak ve bunu isme bir vurguyla gerçekleştirmek de yaygındır. Cassirer “‘Tanrı’yla’ yerine ‘Tanrı’nın adıyla’ yahut ‘İsa’yla’ yerine ‘İsa’nın adıyla’” ifadelerinin kullanılmasını bu eğilime bir örnek olarak verir.

Roma hukukunda vatandaşlık statüsünde olmayan köleler, meşru bir isme sahip olamazlardı. Vatandaşlık ve bir birey olarak tanınmak, isme sahip olmanın ön koşuludur. Böylelikle, kişinin kendine has ismi, kişiliğinin meşruiyeti ve farklı otoriteler nezdinden kabulü arasında bir bağ söz konusudur. Bireyleşme yolunda, isim en temel ve başlangıç niteliğindeki unsurlardan biridir. Zira pek çok uygarlıkta görülen erginlenme törenleri de benzer bir çıkış noktasına sahiptir. Artık çocukluğu aşarak olgunlaştığını ortaya koyan, bir anlamda rüştünü ispat eden kişiler ismini alır ve toplum içerisinde bir birey olarak kabul edilir. Burada da ad almak, bireyleşmenin sembolik bir göstergesidir.

Dilin sınırlarını “belirsiz” ile “sonsuz” olan belirler. Dil, bu ikisinin “arasındaki orta âlemde devinir; belirsiz olanı belirli bir tasavvura dönüştürür, ardından onu sonlu belirlenimlerin alanı dâhilinde tutar”. Dil, hareket alanını belirleyen bu unsurlar arasında büyük bir devinime ve yaratıcılığa sahiptir. Buradan aldığı güçle, somut örneklendirmeler ortaya koyar.

Dil ve mit, birbirlerinden ayrı düşemeyecek niteliktedirler, bunun temelinde aynı kökten gelmeleri yatar. İkisi de bu kökten kendi doğrultularında ve bağımsız bir şekilde evrilmiş olsa da aynı zihinsel etkinliğin sonucudurlar. Dili mitten ayıran en temel nitelik, barındırdığı güç ve taşıdığı mantıksal vurgudur. Dilde kelimeler aracılığıyla kavramlaştırma gerçekleşir ve bu kelimeler giderek daha çok simgesel bir kimliğe bürünürler. Dil, sanatsal bir ifade biçimine kavuştuğunda kökenlerinde barındırdığı yaratıcılık gücünü muhafaza etmenin ötesine geçerek aynı zamanda onu yeniler. Böylece bir özgürleşmeyi mümkün kılar.

Söz, zihnin en güçlü aracıdır ve bu araç birey tarafından kullanıldığında mitsel imgeye dair hakikate daha yakın bir görüş kazanılır. Söz ve mitsel imge, katı bir güç olduğuna dair imajını yitirerek zihnin tezahürlerinden başka bir şey olmadığını aşikâr eder.

Ernst Cassirer’in sözün, düşüncenin ve mitin doğasına dair kaleme aldığı Dil ve Mit, bu bağlamda bir fikir ortaya koymuş kimselerin düşüncelerini ve Cassirer’in bu düşünceleri güçlü bir eksende bir araya getirişini içerir. Niceliksel anlamda yoğun bir hacme sahip olmayan eser, dil ve mit arasındaki dinamiklere dair özlü ve temel yaklaşımları barındırır. Hayatlarımızda, hakikatin birer gölgesi olarak yer edinen dil ve mitin; evrimsel gelişimine, birbirlerini ne şekilde önceledikleri ve nasıl bir arada çalıştıklarına odaklanır. Mitte de dilde de derin bir simgeleştirme söz konusudur ve bu sayede güç, yaratım, kavramsallaştırma ve anlamlandırma gibi pek çok soyut konu hayat içerisinde bir ifade biçimine kavuşur.

Kaynakça
Cassirer, E. (2018). Dil ve Mit. (O. Kuzgun, Çev.). Pinhan Yayınları, İstanbul.

Fatma Büşra GÜNÇEL

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir