KORKU VE CESARET
Bu yazıda Korku ve Cesaret üzerine bir inceleme yapacağız. İnceleme yapmadan önce sizlere sormak istediğim bir soru var. Sizce korku nedir? Korkuyu nasıl tanımlarsınız? Bir tanım yapacak olsanız onu hangi kelimelerle ifade edersiniz?
Türk Dil Kurumu korkuyu şu şekilde tanımlar; “Korku, gerçek veya beklenen bir tehlike ile kendini gösteren duygudur.” İfadeyi özetleyecek olursak; Korku, tehlike anında hissedilen duygudur diyebiliriz.
Peki ya “cesaret nedir?” dersek de aynı sözlükte karşımıza şu tanım çıkar; “güç veya tehlikeli bir işe girişirken kişinin kendinde bulduğu duygudur.”
Görüldüğü üzere bu iki kavram birbiriyle oldukça ilintilidir. Tehlike karşısında bir anda hissettiğimiz duygu korku, bu durumun üstesinden gelmek için adım atmamızı sağlayan duygu ise cesarettir. Korku ve cesaret birbirlerine zıt iki durum değildir. Aynı durumda ortaya çıkan birbirlerini tetikleyen âdeta iki kardeştir. Hatta olayı daha da ileri götürecek olursak, korku olmadan cesareti ortaya çıkaramayacağımızı bile söyleyebiliriz.
Korktuğumuzda bir tehlike vardır. Bedenimiz bizi bu anda uyarır. Bize “Dur” “Bak bu durum bize zarar verebilir.” “Dikkat et. Zarar görmeyelim.” der. Bizi uyandırmaya, bize içinde bulunduğumuz durumu fark ettirmeye çalışır. Çeşitli sinyaller gönderir; yüzde kaşınma ve yanma hissi, soğuk soğuk terleme, nefes darlığı, titreme, bulanık görme, ağız kuruluğu, bayılma, mide bulantısı, yutkunma güçlüğü gibi. Bu sinyallerden birini veya birkaçını alıyorsak, fark ediyorsak, o zaman bir şey yapmamız gerektiğini düşünmeye başlamalıyız. Bedenimiz bu sinyalleri bize, harekete geçelim diye gönderiyor. Şoka girip tehlikeden en yüksek zararı alalım diye değil.
Tehlikeye başka bir açıdan bakacak olursak, tehlike anları daha önce denediğimiz yöntemlerle çözemediğimiz bir durumun içinde olduğumuz anlardır. Yepyeni bir şey denememiz gereken anlardır. Yeni formüller üretmek gerekir ki bu da bizi bilmediğimiz zihinsel alanlara sokar. Her zaman kullandığımız yolu seçmediğimiz için de daha fazla enerji harcamamıza vesile olur.
Yeni durumlarla sık sık karşılaşırız. Örneğin; birisi hakkında dedikodu yapıp yapmama anı vardır. Bir olayı anlatırken kendimizi hatalı göstermemek için yalan söyleyip söylememe anları vardır. Sırf dışlanmamak için başkalarının zevkleri ile aynı şeyleri beğendiğimizi veya düşündüğümüzü ifade edip etmeme anları vardır. Ve daha niceleri.
Tüm bu anlarda olan nedir? Ortama ayak uyduracak mıyız? Yoksa doğru olduğuna inandığımız değerler için cesaretle adım atacak mıyız?
Cesur olunması gerektiğini hepimiz düşünürüz. Genelde bunu yapmak oldukça zor olabilmektedir. Gelin cesareti ortaya koymak için başka bir açıdan inceleme yapalım.
Hayat akış içerisindedir. Hayatın kendi ritmi vardır. Doğada akış vardır, durağanlık yoktur. Hep bir döngü vardır. Bir tohum filizlenir sonra çiçek açar. Bir hayvan karnını doyurmak için hareket eder. Su, hava hepsi devinim hâlindedir. Ancak korktuğumuzda hayat bizim için durur. O akıştan çıkmış oluruz. Yapılması gereken tekrar hayatın akışına girmektir. Çünkü hayat durağan değildir. Bizde sonsuza kadar durmayız, duramayız.
Korku bizi genelde hareketsiz bırakır. Yeni şeyler düşünmediğimizde yaşantımızı monotonlaştırırız. Hayatın güzellikleri bize gelmemeye başlar. Sonra da monotonluktan sıkılırız. İçsel bir huzursuzluk içimizi kaplar. Korku bizi ele geçirip hareketsiz kıldıkça, daha önce korkmadığımız şeylerden de korkmaya başlarız.
Korktuğumuz yeni şeyler karşısında ya kaçarız ya mücadele ederiz. Kaç ya da Savaş. Shakespeare’in dediği gibi “Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu”. İşte bütün mesele o anlarda neyi yapmayı tercih edeceğimizdir.
Kaçma eylemini, ortamdan uzaklaşmak veya soğukkanlı bir şekilde davranıp tepki vermemek olarak tanımlayabiliriz. Hatta kaçma eylemi, kayıtsızlık, vurdumduymazlığa kadar gidebilir. Dışarıdan bakıldığında kişi soğukkanlı gözükebilir. Ancak ihtiyaç duyulan hamle, yapılması gereken eylem, yapılmadığı ya da yapılamayacak kadar soğukkanlı olunduğunda bu bize zarar verir. Tehlikeyle yüzleşmekten kaçtığımız için soğukkanlı görünebiliriz. Ancak hiç korku duymamış birisi cesaretin ne olduğunu bilemez. Bu yüzden tehlike anlarında kaçmak tavsiye edilmez. Harekete geçmedikçe yaptığımız oyalanmaktır. Kaçmak, artık yeter diyene kadar kendimize işkence etmektir. Sonuçta bu durumu aşacağız. Bu zamanı kısaltmak ya da uzatmak elimizdedir.
Kaçmak nasıl ki istenilen durum değilse, savaşmakta aynı şekildedir. Çünkü içgüdüler baskın geldiğinde içimizden atılganlık ortaya çıkar. Savaşmaya başlarız. Amacımız sadece kendi zaferimizi elde etmektir. Diğerlerine ne olduğu ne hissettiği ne düşündüğünü bilmeden, sadece haklı olmak için bir taarruza geçeriz.
Ancak Cesaret ise üst bir duyguyu ortaya çıkarmak için vardır. Platon “Cesaret tehlike anında zekânın kullanılmasıdır.” derken de bize cesareti tanımamız için önemli bir anahtar olan zekâyı verir. Zekâyı kullanarak mevcut durumda neler yapabileceğimizi gözlemleriz. Gözlemlerimizi hayata geçirmeye başladığımızda tecrübeler kazanırız. Yeni durumlar karşısında tecrübe kazandıkça, korkumuz azalır. Korkuyla temas ettikçe, onunla yüzleştikçe bizim için durum normalleşir.
Yine söylemesi kolay yapması zor bir şeyden bahsettik. İlk adım. İlk adım zordur. Örneğin teknolojik ilerlemelere baktığımızda 1711’de yapılan ilk araba saatte 4 km hıza ulaşabilmektedir. 1878’de 60 km. 1930’da 80 km. 1954’te 100 km. Günümüzde ise 200 km hatta daha fazlasına ulaşılmıştır. Atla 15-30 km arası bir hızla hareket etmek varken, insanoğlu 4 km hızla hareket eden bir aracı neden üretir ki? Hadi üretti diyelim neden bu teknoloji üzerine kafa yorma gereği duydu? İnsanlık tarihini 5000 yıl olarak ele alırsak, son 300 yılda kullanılan yöntem değişmiştir. Arabanın kullanımı ilk anda oldukça saçma gözükmedir. Oldukça yetersizdir. Teknolojideki bu ilerleme bize çok önemli bir noktayı gösterir. İlk adımı atmak zordur. Ancak adım atıldıktan sonra üzerine eğildiğimiz konu bambaşka bir boyut kazanır. Örneğin insanoğlu arabayı ürettikten sonra o teknolojiyi geliştirip uzaya kadar gitmiştir.
Genelde zorlukların üzerinden gelmek yerine mücadeleden kaçıp vasat olan ilk öğrendiğimize, konfora, razı oluyoruz. Bu nedenle beklediğimiz içsel kahramanın doğumunu erteliyoruz. Bununda bir nedeni var. Enerji tasarrufu. Bir konu hakkında bir fikre sahip olana kadar üzerine düşünürüz. Ancak bir fikir sahibi olduktan sonra üzerine tekrar düşünmeyiz. Yeniden düşünmek, tüm süreci yeniden yaşamak anlamına gelir ki bu enerji ve zaman kaybı olarak görülür. Bu noktada enerji tasarrufu yapmak yararlı olduğu kadar kısırdır. Çünkü herkes aynı olaylara çok farklı tepkiler verir. Birine merhaba demenin bile kişiden kişiye göre değiştiğini gözlemleyebiliriz. Hatta merhaba diyen kişi aynı kişi de olsa, söylenen kişilerin farklılığına, o gün yaşanan olaylara göre de söylem şeklimiz değişir. Bizim enerji tasarrufu dediğimiz şey bu noktada bizi bir körlüğe iter. Hep aynı şeyleri yaparız, yapmaya çalışırız. Yeni bir duruma ayak uydurmaya çalışmayız. Konfor alanımızı terk etmeyiz. Bu da korkudan kaynaklanır. Örneğin, karşımızdaki üzgünse ve ne oldu diye soracak olursak, alacağımız cevaptan, o kişiyle yapacağımız sohbettin süresi gibi başka başka durumlardan korkarız. İşin kötüsü de korktuğumuz için sormayız. Harekete geçmeyiz.
Diğer yandan kaç değil de savaş ile hareket edersek öfkenin kölesi hâline geliriz. Bize bunu nasıl yaparlar, nasıl söylerler ya da biz bu duruma nasıl düştük diye bir öfke ile hareket ederiz. Bu da bir çeşit kibir ve ben merkezcilik ürünüdür.
Öfkelendiğimizde kontrolümüzü veya kendimizi başkalarının eline teslim ederiz. Bizi bu duruma sokan koşul “sahibimiz” olmaya başlar. O koşulun kararlarını kendi kararımızmış gibi yaşarız. Bu yüzden öfkeli insan iki sebepten dolayı köledir. O hem kendisinin hem de başkalarının kölesidir.
Savaş eğilimi ile hareket etmek istediğimizde, öfkeyi yönetmek iyidir. Daha da iyisi, öfkenin yerine cesareti koymaktır. Cesaret gerçek insan ruhunu harekete geçirir.
Cesaret,
Şeyleri olduğu gibi görmeyi,
Duyguları yönetmeyi,
Fikirleri dinlemeyi ve yorumlamayı,
En iyi olanı seçmeyi,
Yararsız olanı atmayı
Adil bir şekilde hareket etmeyi sağlar.
Tüm bu faydalarının yanı sıra, cesur olmak için başka nedenlerde vardır.
Çünkü Kant’ın dediği gibi “İnsan düşünen bir varlıktır.” Bu dünyaya insan olmaya geldik. Üzerimize düşen sorumluluğu yapmak için de çabaya ihtiyaç vardır. Bizi diğer canlılardan ayıran unsurlarımızı kullanmamız gerekir.
Sürekli gelişme, daha iyi olma isteğimiz vardır. Kişiliğimiz alışkanlıklarla, diğerlerinin yaptığı ve onaylandığı davranışlarla hareket etmenin daha güvenli olduğunu düşünür. Bu güvenli değil, sadece enerji tasarrufudur. Örneğin çocukken bir takımın taraftarı olmayı seçeriz ve bir daha bu konuda düşünmeyiz. Durumları tekrar düşünmeyerek enerji tasarrufuna gideriz.
Enerji tasarrufu eğilimimize karşı bilinci her ana koymak gerekir. Seçimlerimizi gözden geçirmek gerekir. Doğru olanı fark edince onun ışığında hareket etmek gerekir. İnsan olarak üzerimize düşen, dünkü hâlimizden daha iyi olmak için mücadele etmektir. Rutine düşmemek, alışkanlıkların kölesi olmamaya çalışmaktır. Filozoflar bunu yapmış. Bunun için çabalamış. Cesareti de böyle çıkartmıştır.
Tüm bu yazılanlardan sonra bir sonuç çıkartacak olursak, şunu söyleyebiliriz; Ne kaçmalı ne de savaşmalı, tehlike anında veya yeni durumda zekâyı kullanmalı.
Ilgın ADIGÜZEL