SOKRATES: NASIL FİLOZOF OLUNUR?

Sokrates Batı’da temel bir kişiliktir, hatta öylesine ki Sokrates’ten önce ve Sokrates’ten sonra diye niteleme yapılır. Oysa ki buna karşın, onu dolaylı olarak tanırız. Onun hakkında tüm bildiklerimiz, onunla karşılaşmış olanların bize bıraktıkları ile onunla konuşmuş olanların bize aktardıkları pozitif ya da negatif etkilerden ibarettir. Kendisi hiçbir yapıt bırakmamıştır ve öyle görünüyor ki bu konu onu pek de ilgilendirmemiştir. Onun için temel olan, diyalogları aracılığıyla iyiyi, güzeli ve doğruyu sevdirmektir.

Diyebiliriz ki, bir şekilde hepimiz Sokrates ile karşılaştık. Çünkü hepimiz, elimizden geldiğince, kendimizi tanımaya ve gerçek, iyi, doğru olana kendimize yaklaştırmaya çalışırız; en azından içimizdeki varlık bunu yapar.

Sokrates Yunan ve Batı düşünce tarihinde çok önemli bir dönemde yaşamıştır; V. yüzyıl parlak ve aynı zamanda çok önemli dönüşüm ve değişimlerin etkisinde kalmış bir yüzyıldı. Asya’nın o dönemdeki en önemli gücü olan İran’a karşı verilen savaşlar, Yunanistan’ın zaferiyle sonuçlanmış, Doğu Akdeniz’in Asya’nın etki alanına girmesi tehlikesi, en azından uzunca bir süre için ortadan kaldırılmıştı.

Ne var ki, tüm bu gelişmelere karşın, V. yüzyılın başında, MÖ 470’de Sokrates’in doğumu sıralarında, yükselişe geçen Yunanistan henüz geçmişini sorgulamaktadır. Siteler, yeni bir yönetim biçimi olan demokrasinin ortaya çıkışıyla birlikte bocalama içindedirler. Bu, Atina’nın ve Yunanistan’ın altın çağı, Perikles Yüzyılı adı verilecek olan meşhur dönemdir. Bu aynı zamanda Akropol üzerinde Partenon (Parthenon) ve Propilelerin inşa edildiği dönemdir de. Öylesine ki bu dönemde ulaşılan Batı düşünce esprisini tanımak için, günümüzde hâlâ pek çok çağdaşımız buralara koşuyorlar.

Her ne kadar ilerde göreceğimiz gibi, bu düşünce, günümüzde o dönemde yaşandığı gibi algılanmıyorsa da geçerliliğini hâlâ sürdürüyor.

Önemi açısından 1914-1918 savaşı eş değerindeki Pers-Yunan savaşı Yunanlıların zaferiyle sonuçlanmış olsa da ardında kanlı şehirler, yanmış bir Atina, kırılıp geçirilmiş bir halk bırakmıştır.

Ancak denizci bir özelliğe sahip, çok yolculuk yapan ve Pers tehlikesinden kurtulmuş Yunanlılar kısa bir sürede hızla yeniden yapılanacaklar, yakın doğu ve Akdeniz’de güçlü bir ekonomik yayılmayı sağlayacaklardır.

Büyüleyici ve Şaşırtıcı Bir Kişilik

Yunan Siteleri arasındaki, tarihlerinin değişmeyen bir olgusu olan rekabet, 30 yıl boyunca Sparta ve Atina’yı birbirine düşüren Peloponnes Savaşı’nın da temelini oluşturmuştur. Sokrates işte bu savaş koşullarını da yaşamış, üç kez silah altına alınmış ve savaş alanlarını çok iyi tanımıştır. Ne savaşçı ne de şiddet yanlısı olan Sokrates askerlik görevini vatanını ve vatandaşlarını korumak için yerine getirmiş, cesur kişiliğiyle savaşta da öne çıkmıştır. Ancak özgür bir vatandaş olmasına karşın, Sokrates ne kendisine bir at alabilecek, ne de mızrak ve kalkanını taşımak için kendisine bir yardımcı tutacak olanaklara hiçbir zaman sahip olamamıştır. Kendisine ne bir ün, ne de bir çıkar sağlamaksızın kahramanca savaşmış; aralarında Alcibiade ve tarihçi Xenophon’un da bulunduğu pek çok ünlü kişiyi kurtarmıştır.

Bu barışçı adam, barış zamanlarında da diyalogları aracılığıyla savaşmayı sürdürmüş, sorduğu sorularla herkesi rahatsız etmiştir. Hatta pek çok kişi, kendi cahilliklerini ortaya çıkaran bu adama tekme-tokat saldırmıştır. Çünkü Sokrates, genellikle kişilerin neye inanmaları ve ne yapmaları gerektiğini söylemeden, onların cahilliklerini ortaya çıkaran bir diyalog yöntemi izlemektedir. Bu bir tür Sokrates ironisidir. Gerçekte güçlü bir yapıya sahip olan Sokrates, kendisine yönelik fiziki saldırılara karşılık vermez; bu durumu hayretle karşılayanlara da alaycı bir ifadeyle “Bu inanılmaz bir şey. Keşke kask giyerek çıksaydım ” yanıtını verir. Bir keresinde Atina sokaklarında dolaşırken kışkırttığı birisi ona bir tekme atar. Bu durum karşısında yanındakiler Sokrates’ ten bir tepki göstermesini ve bir şeyler yapmasını isterler. Sokrates de onlara “Bir eşek bana tekme atsaydı ondan şikâyetçi olmam gerekir miydi? ” yanıtını verir. Sokrates işte böylesine cesur ve aynı zamanda barışçı bir insandı.

Atina’nın en bilge kişisi olarak bilinen ve herkesçe tanınıp, her yere davet edilen bu adamdan söz edince sıra dışı bir insan akla gelir. Oysa hiç de öyle değil. Sokrates çirkin ve şaşırtıcı davranışları olan birisidir. Bir gün üzerinde giysi olarak sadece kasketi, elinde kalkanı ve mızrağıyla sokaklarda dans ederken görülür; ne yaptığı sorulduğunda oldukça sakin bir şekilde, “Göbeğimle diyalog kuruyorum ’’ der. Oysa kendisini biraz yağlanmış ve kilo almış bulduğu için egzersiz yapmaktadır. O insanda endişe uyandıracak kadar şaşırtıcıdır ve ne söyleyeceği asla önceden kestirilemez.

Sokrates her türlü dogmaya karşı olduğu için insanlara ulaştıracak hiçbir öğretisi olmadığına inanıyordu. Bir düşün insanı olarak kendisini izleyenlere, gerçeği kendilerinde bulmaları yolunda yardımcı oluyordu. O hep, kişi kendisinde var olanı kendisi bulamıyorsa, onu ona dışarıdan kimsenin veremeyeceğini savunuyordu. Bu nedenle Sokrates, herkesin kendi içinde taşıdığı gerçekleri açığa çıkarıcı bir katalizör olarak göründü. Ona göre herkesin kendi gerçeği vardır, bunun dışında kendisinin getirebileceği bir şey yoktur. Varlığı ve davranışlarıyla, gerçeği arayanlara, gelecekteki bütün bilgeliğin kökü olan, kendilerinde taşıdıkları gerçeğin bir parçasına ulaşmalarında yardımcı oluyordu. Sokrates özel teoriler öğreten bir öğretmen değil, herkesi kendi kendisiyle karşı karşıya getiren bir öğreticidir. Onun rolü herkesin kendini içinde görebileceği bir ayna olmaktı. Alcibiade, Sokrates’in fizik çirkinliğinin arkasında Atina’nın en güzel ruhunun saklandığını söyler; Onu Diyonisos’un kortejindeki göbekli, karga burunlu, itici bir kişilik olan Silene’ye benzetirdi.

Oysa Atinalılar en güzel heykelciklerini Silene biçimindeki kasalarda saklarlardı; silene ruh güzelliğinin sembolüydü. Her güzel ruhlu insan güzel fiziksel kalıplara sahip olmak zorunda değildi.

Sokrates’in temel düşüncesi, formüle edilebilecek ve böylece bir ruhtan diğerine aktarılabilecek bir gerçeğin olmadığıdır. Bunun içindir ki, bilinçlenmeyi sağlamak için, karşısındakini en beklemediği bir anda ne yapacağımızı bilemez duruma düşürür, işi gücü, başkalarının hakkında ne düşüneceğini umursamadan, bir insanın başına gelebilecek en kötü ve en iyi şey olan bilinçlenme fırsatını herkese vermekti. En kötüsü diyoruz çünkü birden bire oluşan şok, çoğu kez kişinin şimdiye kadar görmek istemediği ve görmeyi reddettiği gerçeklerin getirdiği acıların kaynağıdır. Bunun da sonu yoktur zira her zaman bir cahilliğin ardından yeni bir cahillik keşfedilecektir. Ne var ki, bilinmeyenin ya da yanlış anlaşılanın bilincine varmak uzun ve serüvenli bir işi başlatır. İşte bu süreç sayesinde gerçeğin deneyimini yakalamak olasıdır. Bütün Sokrates yorumcuları bu konu üzerinde aynı şekilde düşünüyorlar.

Sokrates’in Üç Krizi ve Sokratik Yöntem

Sokrates’in yaşamının üç büyük evresi, bizi Sokratik yöntemin özümsenmesine götürür. Sanılanın tersine büyük adamlar öylece doğmazlar, onları etkileyen bir yaşamları vardır; tereddütleri, güçlükleri, krizleri ve acıları bizler gibi yaşayarak tanırlar. Ancak yaşadıklarına olağan dışı bir tepki verirler; acılarından bir şeyler öğrenerek onları aşarlar. Hiç kuşkusuz Sokrates’in de yaşamında büyük güçlükleri oldu; ancak o kararlı bir şekilde varoluştan, krizlerden ve acılardan öğrenmeyi sürdürdü; her şeyi bilmediğini, hatta hiçbir şey bilmediğini fark etti. İşte bu nedenle o bize böylesine yakındır ve bütün Batılı filozoflar için değişmez bir referans kaynağıdır. Hiçbir batılı filozof yoktur ki, yazılı hiçbir şey bırakmayan Sokrates’e atıfta bulunmasın.

Birinci Kriz: Alcibiade

Sokrates üç büyük krizle tanıştı. Birincisi Atina’da Alcibiade adında çok tartışılan bir kişiyle ilgiliydi. Bu delikanlı sitenin en zengin ve en önemli ailesine mensuptu; doğal olarak da çok üst düzey bir politik kariyere, hatta Perikles’in halefi olmaya adaydı. Bize aktarıldığı kadarıyla, bu genç adam bir tanrı kadar yakışıklı, olağanüstü yetenekli, Sokrates’in hayal ettiği özelliklere sahip bir filozof adayıydı. Sokrates ona erdemin pratiğini, kendi kendine hâkim olmayı ve uyumlu bir yaşamı öğretmeye çalışacaktı. Genç adamın cehaletini keşfedip, filozofluk yolunda ilerlemesine ön ayak olmak için yirmi yılını verecekti. Sokrates ona, bundan böyle herkesin kendi yolunu izlemesi gerektiğini söylediğinde ise kendisi 48, genç adam ise 30’unun altındaydı ve Alcibiade Sokrates’ten uzaklaştığı ölçüde kendi gerçek kişiliğini ortaya koyabilecekti. Bu sürecin sonunda Alcibiade işi Atina’ya ihanete kadar götürdü ve Perslerin yanına sürgüne gönderildi. Zira o tavır ve düşünceleriyle Atinalılar için farklı bir kişilik olarak ortaya çıkmıştı; iktidar için iktidarın, yarışmanın, şan ve şerefin, varlığın peşine düştü. Bu haliyle Sokrates’in öğrencisi olmaktan uzak Alcibiade tıpkı onun ters gölgesi gibiydi: Yakışıklı fakat kokuşmuş; yetenekli fakat beceriksiz; cesur fakat alçak… Sokrates için 20 yıl süren bir çaba yıkımla sonuçlanır ve o ilk kriziyle tanışmış olur.

Sokrates, bu deneyiminde, eğer bir kişi gelişmeyi reddediyorsa, en yüksek erdemin yakınlığı, en iyi eğitim ve en büyük şefkâtin sonuçsuz kalacağını anlar. Aşk ve erdem asla aktarılamaz; sevilebilir ve diğeri âşık edilebilir; bilinebilir ancak diğeri bilge yapılamaz; ahlaklı olunabilir ancak bir başkası ahlaklı kılınamaz. Bir başkasına yardım edebilmek için onun daha iyiye gitmek için isteği olmalıdır. İşte bunun içindir ki Sokrates aktaracak hiçbir öğretisi olmadığını söyler. Aktaracak hiçbir şeyi olmadığından değil; ancak aktarmak sadece karşı taraf ilgili olduğu, öğrenmek, anlamak ve uygulamak istediği durumda olanaklıdır. Sokrates Alcibiade’ı kendisine rağmen, kendisinden kurtarabilme gücüne sahip olduğunu sanmakla ne kadar yanıldığını görür. Kurtarılmak istemeyen birisi asla kurtarılamaz. Kendi kendisine yardım etmek istemeyene asla yardım edilemez. Tüm iyiliğine karşın Sokrates’i kendi gözünde kendini sorgulamaya götüren başarısızlık işte budur.

Sokrates bunu anladığı zaman kendisine hiçbir hoşgörü göstermeksizin, kendi içinde derin bir mücadeleye girişir ve kendi kendisini incelemeye alır. Bu bir tür düzene koymak ve tespit yapmak olarak nitelenebilecek bir geriye dönüş, bir felsefi hastalıktır. Bunun yansıması olarak bir Sokrates melankolisinden söz edilir. Gerçekten de bir davranışı değiştirmek için derine gitmek ve bu olayın gelişinden önceki zamana, henüz olayın potansiyel olduğu zamana geri dönmek gerekir. Bu bir bakıma başlangıçtan beri neyin yanlış olduğunu anlamak içindir. Fırından kırık çıkmış bir vazonun parçalan tekrar yapıştırılmaz; hatanın nerede olduğunu bulup ortaya çıkarmak ve hatasız yeni bir döküm yapmak için döküm öncesine dönülür.

Sokratik Yöntemin Birinci Kısmı:

Bilincin incelenmesi; değiştirmek istemediğimizde değiştiremeyeceğimizi, gelişebilmek için içimizdeki bir dönüşüm motorunu çalıştırmak gerektiğini bilerek kendi içimizde en derinlere girme gereksinimi.

Sokrates bir entelektüel değil tam tersine pratik biriydi; tıpkı metodunu deneyimlemeyi kabul edenlere karşı olduğu gibi kendisine karşı da katı idi. Çünkü bu çok sağlam çakılı durumları bile devirebilecek çok yoğun bir sorgulama idi. Gerçekten de bazı şeyler dışarıdan başka, içeriden bakıldığında daha başka görünürler.

Bundan sonra Sokrates bir taraftan herhangi birinin öğreticisi olmamaya, diğer taraftan da ilgisini sadece yönetici sınıfa ait gençlerle sınırlamamaya karar verir. Değişmek isteyenlerin nerede olduğu bilinemez. O halde onları bulundukları her yerde, sokakta arayacak ve becerisini herkesin hizmetine sunacaktır. Bunu da, seçkin tabakaya gerçekler yerine haklı olma ve asla rezil olmama sanatını öğreten sofistlerin tersine, hiçbir karşılık beklemeksizin yapacaktır. Sofistler daha çok bütün koşulların üstesinden gelme konusunda haklı çıkmak ile ilgileniyorlardı. Tıpkı Sokrates’in herkese sorular sorarak kendisini gençlere ve orta yaşlılara adaması gibi.

İkinci Kriz: Delfi (Dellphes)’in Kehâneti:

Aradan birkaç yıl geçer. Sokrates ikinci krizini yaşadığında ellisindedir. Arkadaşlarından birisi, gelenekte olduğu gibi sitenin geleceğiyle ilgili sorular sokmak ve danışmak için Delfi’nin kâhinine gidecek olan korteji yönetmekle görevlendirilir. Söz konusu kişi görüşme sırasında Piti (Pythie)’ye “Atina’nın en bilge kişisi kimdir?” diye sorar. Piti’nin yanıtı ilginçtir: “Sofokles bilgedir; Euripides daha bilgedir; ancak tüm insanların en bilgesi Sokrates ’tir. ” Arkadaşı Ravi Atina’ya geri dönüşünde büyük bir mutluluk ile bu haberi Sokrates’e verir. Sokrates allak bullak olmuştur; nasıl olup da, neyi ile Atina’nın en bilge kişisi olduğuna akıl erdiremez. Bunun üzerine en bilgin olarak bilinen ve kendi alanlarında en iyi diye tanınan kişileri ziyaret etmeye karar verir, onlara kendi alanlarında neden en iyi olduklarını sorar. Her biri kendilerine göre açıklamalarda bulunurlar. Ancak Sokrates karşısındakileri giderek daha çok rahatsız eden ve cahilliklerini açığa çıkaran sorularını sormaya devam eder. İçlerinden bazıları bu durumu kabullenirken, bazıları bu durumu kötü olarak algılayıp tepki gösterirler. Bu durum ilerde Sokrates’e pahalıya mal olacaktır. Turnesini bitirdiği zaman kâhinin neden kendisini Atina’nın en bilge kişisi olarak gösterdiğini anlar: o hiçbir şey bilmediğini bilen tek kişidir. Onu farklı kılan şey kendi cehaletinin farkında olması, diğerlerinin ise bunun bilincinde olmayışlarıdır.

Bu bilinçlenme, cehaletini bilmenin bir bilgelik olduğu düşüncesini doğrular.

Cehaletin ya da yaşamın bilinmesi ruhu açar. Bu durum her şeyi bildiğini sanan, ancak hemen hemen hiçbir şey bilmediğinin farkına varan kişilere, bildiğini zannettiği şeylerden başka şeylerle de ilgilenme olanağını sunar. Cehaletini kabul etmek bilgelik aşkının kapılarını açar ve böylece kişi tanımadığının ve bilinmeyenin gizemine âşık olabilir. Felsefeyi oluşturan işte bu bilgelik aşkıdır. Zira kabul görmüş fikirler ve ön yargılar üzerine sorular sorabilme, bilinmeyeni yeniden keşfetme ve tanınmayan şeylerin peşine düşme aşkı olmadan filozof olunamaz.

Böylece ön yargıların ve düşüncelerin saflaşması olan Sokratik yöntemin ikinci aşamasına geçilebilir. Tıpkı geceden gündüzün, cehaletten bilgeliğin, mineral kütlesinden metalin doğması gibi bu saflaşmadan da bir ışık doğar. Ancak bunu ortaya çıkarmak için sürekli işlemlerle tüm yabancı unsurları elemek gerekir. Söz konusu olan, düşüncelerin geçerli olup olmadıklarını anlamak için onların sınanıp test edilmeleridir. Buradan Sokratik yöntemin felsefe boyutu olan diyalog doğar. Diyalog, zeki ve aynı şeyden söz etmeyi kabul eden, birbirini dinlemeyi ve karşılıklı olarak, yargılamaksızın anlatmayı ve anlamayı isteyen iki kişinin olmasını var sayar. Sokratik diyalog üzerinde konuşulacak şey konusunda ve bir yerlere varmayı isteme konusunda fikir birliğini gerektirir. Bu, bilinç dağının etrafında, paylaşarak ve birbirine yoldaşlık ederek, başlangıçta bulunulan yerden daha yukarıya yavaş yavaş çıkmaktır. Gerçek bir diyalog sonunda her iki öncü de, gelişmelerini engelleyen bir engeli aştıkları için daha iyi bir noktaya ulaşmışlardır. Zirveye varılıp varılmaması önemli değildir; farklı da olsalar birliktedirler ve adım atmışlardır. İşte pratiği aynı zamanda bir sanat ve bilim olan diyalog budur. Ne düşündüğünü söylemek yetmez; diyaloğa zekice katkıda bulunmak için ne gerektiğini söylemek ve ayırt etme yeteneğine sahip olmak gerekir. Söz konusu olan ne bir sergileme ne de içindekileri boşaltıp rahatlama değil fakat her birine paylaşımı ve kendini aşmayı sağlayan bir aşk hareketidir.

O dönemin gençliği üzerinde çok güçlü bir etki yaratan Sokratik diyaloğun özü budur. Yirmi yaşında bir delikanlı Sokrates ile bu koşullarda karşılaşıyor ve onunla son on yılını birlikte geçiriyor. Söz konusu olan bu genç Platon’dur. Platon Sokrates tarafından öylesine etkilenmiştir ki yazılarında asla birinci tekil şahsı kullanmaz, kendisini bu yola sokanı yüceltmek için hep “Sokrates diyor…” der. İşte Sokrates ikinci krizini böyle çözer.

Üçüncü Kriz: Mahkeme

Sokrates’in üçüncü ve son krizi ölümünden hemen önceye rastlar. Sokrates pek çok düşman edindiğinden bu durumu kendi çıkarları için kullanmak isteyenler tarafından dinsizlik, ahlaksızlık ve gençliği baştan çıkarmakla suçlanır. Bunun üzerine Atina Mahkemesi’nde hakkında bir dava açılır. Sokrates ayrıca sitenin tanrılarını kötülemek ve yeni tanrılar icat etmekle de suçlanır. Söz konusu olan suçlamalar dini inançları ilgilendirdiği için Sokrates mahkeme sonucu en ağır cezaya çarptırılır. O boş inançlara, insan kılığındaki tanrılara ve dinin uzlaşmalara alet edilmesine karşıdır. Oysa Yunan dininin sosyal temelinde olduğu gibi, gerçek ruhsallık ticari bir araç değildir; tıpkı Athena’nın Atina’nın koruyucu tanrısı olması gibi, tanrıların siteleri korumak gibi bir görevi vardır.

Sokrates yarı tanrısal, yarı insani bir iç sesin varlığından söz eder. Bu iç ses onunla her zaman konuşmuş ve ona yapmaması gerekenleri söylemiştir. Sokrates bu iç sese “daimon ” adını verir: Bu, insanın saygınlığını ve onurunu korumasına ve bizzat kendisi olmasına izin veren vicdanın sesidir. O tanrısallığın temelini herkesin içinde var olan “daimon” üzerine kurdu ve insanın nesneler, ruh ve evrenle kurduğu ilişkinin bu tanrısallık ya da içsel varlık olduğunu açıkladı. Aslında Sokrates yeni bir tanrı icat etmedi. O bilinci icat etti. Bilinç Sokrates ile birlikte doğdu ve böylece bireyin sesi toplumunkinden ayrılabildi.

Bireylerden korkan bir iktidar için Sokrates tehlikeli birisiydi. Çünkü o iç özgürlüğünü, dış özgürlüğüne tercih eden tam bir bireydi. Atinalıları “daimon’larını dinlemeye ve kendi kendileri ile diyalog kurmaya teşvik etti. Böylece o tüm diyalogların kaynağı olan içsel bağı kuruyordu. Gençlere, toplumun olduğu gibi kabul edilemeyeceğini, makam ve mevkilerin satın alınamayacağını ve güzel konuşmanın seçilmek için yeterli olamayacağını açıkladı. Bu nedenle çağın politik geleneklerini yargılayarak, gençliği baştan çıkardığı gerekçesiyle de suçlandı.

Sokrates, ölüme mahkûm edildikten sonra, yasalara karşı saygısı ve siteye olan aşkı nedeniyle kaçmayı hiç düşünmedi. Kendisine verilen bu en ağır ceza antikitede nadir kullanılan bir cezaydı ve sürgün cezasına çevrilebilirdi. Vatandaşlığını kaybetmek anlamına gelen bu sonucu da kabul etmedi. Sokrates uğruna üç kez silah omuzda savaştığı siteden sürgün edilmeyi asla kabullenmedi. Tüm yaşamı boyunca yasalara ve yurttaşlık ruhuna saygıyı savunduğu için, sürgün yaşamaktansa ölmeyi tercih etti. İşte onu Sokrates yapan, üstesinden geldiği bu üçüncü krizdir. İnfazından önce, hapishanede geçirdiği otuz gün boyunca zamanını, ziyaretçileriyle konuşarak, onlara ölümden neden korkmamak gerektiğini açıklayarak ve kendisi için üzülenleri sakinleştirerek geçirdi.

Onun üçüncü temel öğretisi, ölmeyi öğrenmedikçe yaşanılamayacağıdır. En iyi felsefe yaşamayı öğrenmek için ölmeyi öğretendir. Cehaletten, bağımlılıklardan ve aptallıktan uzaklaşılırsa, yeni bakış açılarına ulaşılır ve böylece de yeniden doğuma ulaşılır. Yaşamımız boyunca edindiğimiz deneyimler, birçok kez başkaları olarak doğmamıza neden olabilir.

Sokratik metodun üçüncü aşaması, kendi kendimizi doğurmak anlamına gelen “maeyetik”tir (doğurtma). O, bilge bir kadın olan annesiyle aynı meslekten olduğunu söyler. Annesi bedenlerin doğmasına yardımcı oluyordu, kendisi ise ruhların doğmasına yardım ediyor. Sözü edilen doğurmak, kişinin kendi kendisini doğurmasıdır. Nasıl ki bilge bir kadın, doğum anında anne ve çocuğa yardım ediyorsa, kendi kendisini doğuran bir kişiye de aynı şekilde eşlik edilebilir, ona yardımcı olunabilir. Kendi kendini doğurmuş olan insan, kendi kendisini yaratmış olur. Felsefenin diyalektiğini tanımayan bir kişi kendi kendini doğuramaz; cehaletini bilmeyen filozof olamaz; değişme ihtiyacı hissetmeyen bir insan kendi cehaletini fark edemez.

Sokrates’in bize bıraktığı miras işte budur: Basit, ancak güvenilir ve kesin bir metot. Bu metot ayrıca zorlayıcıdır da… Çünkü kendisinden sorumlu olmayı ve kendi kendisi ile sıkıntı ve stres olarak beliren, yanlış iç tutumlarına ve tepkilerine karşı savaşmayı öğrenmeyi getirir.

Sokrates Apoloji (Apologie)’de, “Nasıl ki ruhsal bir mükemmellik için büyük bir ateşle çaba harcıyorsak, aynı çabayı bedene ve zenginliklere ayak uydurmamak için de göstermeliyiz” der. “Size yineliyorum ki, erdemi veren zenginlikler değildir. Ancak tam tersine zenginlikleri, gerek kişisel, gerek kamusal avantajların tümünü veren erdemlerdir. Ben durmaksızın sizleri uyandıran bir at sineğiyim.” Sokrates, dostlarla çevrili olsalar da kendilerinden başka hiç kimsenin yapamayacağı işi bizzat yapmak zorunda olan insanları hep uyandırır.

Fernand Schwarz

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir