VENÜSÜN AYNASI

Ruhani bir tepelik… Evrenin neresi, bilmiyoruz. Bulutsuz, mavi parıldayan bir alacakaranlık… Belki de hayali bir âlem. Venüs’ün aynasının arka planında manzaranın çok uzağında ışıldayan bir deniz; hani şu mitolojik hikâyesinde Venüs’ü sırtında taşıyan…

Göksel bir atmosferi yansıtan sessiz, mavi ve mor renkler…

Fiziksel bir yer mi yoksa fizikötesi bir âlem mi bilemiyoruz. Ressamın, Edward Burne-Jones’un yazılarında övdüğü Da Vinci’nin manzaralarındaki atmosferlere benziyor.

Tepelerden ve geniş çayır alanlardan geçince sağda kışın bahara dönüşmesinin kanıtı olan bir ağaç kümesi görüyoruz. Yavaş yavaş çiçeklenen bu ağaçlar yaklaşan yeni mevsime, bahara nazik bir gönderme.

Bu kurak çevrede mucizevi bir dönüşüme işaret eden açmış çiçeklerle çevrili sihirli bir gölet…
Göletin her bir yanı mavi bahar çiçekleriyle çevrili. Bu çiçekler belki Kelt mitolojisindeki perilerin hazinelerini gösteren “myosotis çiçeğidir” yani “unutmabeni çiçeği” ya da belki de “göğcegözüdür”. Nilüfer yaprakları havuzda serbestçe yüzüyor. Henüz bahar olmadığı için açmış değiller.

…ve nihayet asıl anlatıya geliyoruz.

Venüs… Sabah yıldızı ve akşam yıldızı…  Eros’u yani aşkı doğuran ve güzelliği temsil eden…  Aşkın her türlüsüne ilham veren ve güzelin değil, güzelliğin kendisi… Bir elinde nazikçe uyumun sembolü olan çiçek açmış bir mersin bitkisi tutuyor ve bakışları hafifçe göletin dışına taşıyor.

Venüs, dünyasına dokuz ilham perisini davet eder. Periler geldiklerinde bu sihirli göletin yansıttıklarını görünce şaşkınlık ve hayranlıkla o görüntüleri izlemeye koyulurlar. Gölün berraklığı onu bir aynaya dönüştürmüştür. Ayna, her şeyi gösterir ama gerçeğin tersidir. Gösterdiği gerçek değil, onun sadece bir yansımasıdır. Bu hâliyle bile büyüleyici…

Yine de periler titreşen görüntülerin kaynağını taradılar gözleriyle. Yansımaların ardındaki varlığa bakındılar. Bu güzelliği tanımaya, anlamaya çalıştılar. Suretlerin ötesinde bu güzelliğin ve aşkın kendisini aradılar.

Bizim için bütün bu manzara, ikili anlamlarla doludur. Dokuz periye ve onların aynadaki yansımalarına tek tek bakın. Hepsi Venüs’e benziyor ama hiçbiri o değil. Bu, ressamın benimsediği platonik bakış açısıdır.

Maddesel olan ve onda yansıyan form…
Güzel ve onu ve tüm diğer güzelleri güzel kılan güzellik…
Gerçek ve onun aynadaki yansıması…
O yansımalar ve onların perilerin iç dünyasındaki karşılıkları…
Öznesine tutunan yersel aşk ve onu aşan göksel aşk…
Hepsi bu eserin bize sunduğu platonik ikiliklerdir.

“Aynalar türlü türlüdür. Yüzünü görmek isteyen cama, özünü görmek isteyen cana bakar.” Mevlâna

Aslında yaşadığımız evrende de tamamıyla aynalar karşısında değil miyiz? Her şey ardında gizlediği şeyin bir yansıması değil mi?

Yedi peri aynanın büyüsüne kapılmışken, biri henüz başını o yansımalardan kaldırmış, Venüs’e bakıyordu. Doğrudan Venüs’e… Onu biraz evvel bulmuştu, şaşkınlığı ifadesinden okunuyordu ama onu diğerlerinin aradığı yerde bulmamıştı. Hayır, hayır… Yansımaların arasında değil. Çünkü onu o yansımaların arasında bulamazsınız. O başını suretlerin dünyasından kaldırmış ve güzelliği hemen orada, yanı başında bulmuştu. Bakın, onun gözleri şimdi diğerlerinden farklı bakıyor. Aramıyor artık, seyreyliyor.

Ve Venüs’ün hemen yanında olan 9. peri de belli ki uzun zamandır bakıyordu ona. Venüs’ü yani güzelliğin kendisini büyük bir hayranlık ve bağlılıkla temaşa ediyordu.

Venüs’ün gözleri ise gölün yüzeyinde değildi. O kendi imajında kaybolmuyordu. Üstelik, nilüfer yaprakları nedeniyle gölde onun yansımasını biz de göremiyorduk çünkü, güzelliğin kendisi, suretlerin arasında görünmezdi. O güzel dediklerimizi güzel yapan şeydi. O, suretlerde yansır ama asla bir surete dönüşmezdi.

Her hâlükârda şimdi tam bu anda, bu resmin izleyicisi olan ben ve sizler de tıpkı Venüs’ün aynasına bakan o kadınlar gibi, güzelliğin doğası üzerine düşünmeye bırakılmış durumdayız.

Bu, doğurgan bir an.

Bu estetik bir duraklama çünkü yoğun bir çekicilik taşıyor ve bizi cezbeden o şey, gördüğümüzün ötesine geçerek onun ardındaki kökeni için özlem duymamıza ve bu özlem de kaçınılmaz olarak bir uzaklık hissetmemize neden olur.

Güzelliğin uzağındayız ve bu en büyük imtiyazlarımızdan biridir. Onun bize gelmesi, kalplerimizi fethetmesi ve bizim hâlimize sirayet etmesi için bu uzun yolu kat etmemiz gerekir. Çünkü mesafenin kendisi aşktır ve bu uzaklık ve arayış sayesinde tüm varlığımız içimizdeki bu cevherle, aşkla süslenir.

Şimdi Sokrates’in Hippias diyaloğundan kısa bir alıntıyla sürelim gemimizi…

– Sokrates: Bana güzelin ne olduğunu açık bir şekilde anlatabilir misin Hippias?

– Hippias: Elbette. Genç bir kadın güzeldir, mesela.

– Sokrates: Bir at güzel değil midir Hippias?

– Hippias: Kentimizde güzel atlar da vardır?

– Sokrates: Peki bir çömlek? O da güzel olabilir mi?

– Hippias: Olabilir. Ancak, bir çömlek, bir at ya da bir kadın kadar güzel olamaz. 

– Sokrates: İyi de Hippias, ben sana neyin güzel olduğunu değil, güzelin ne olduğunu soruyorum. Sen bana, teker teker nesnelerin güzel olduğundan söz ediyorsun ama onları güzel yapan şeyin ne olduğunu söylemiyorsun.

İnsan için hayatta olmak biraz da güzelin peşinde olmak anlamına gelmez mi? Peki nedir güzel? Pythagoras’a göre en güzel şey, uyumdur, armonidir. Güzel, içinde ölçü ve oranın, uyum ve ahengin, birliğin bulunduğu her şeydir. Güzel, kendi bilgisini kendi özünden alan her şeydir. Güzellik uyumdur ve o hâlde çirkinlik köksüzleşmesidir her şeyin. Köklerini, bağlarını yitirmesidir. O yüzden Güzellik, aranıp bulunan değil, görülüp kabul edilendir.

Ama Platon’a göre İnsan, onu kolay kolay göremez. Görebilmek için de, dünyada gördüğü güzel şeyleri güzellikle karıştırmamalı ve güzelin ondan, güzellikten geldiğini anlayabilmiş olmalı. Çünkü güzel dediğimiz şey yani özne yarın çirkin olabilir, solabilir ama güzellik şekillerin, koşulların ve zamanların üzerinde var olabilir ve solmadan kalır. Onu arayanların bakışına yerleşir.

Peki ama bir şeye güzel diyebilmek için o şeyin bizim algı yeteneklerimizin içinde olması da gerekmiyor mu diye sormak isterseniz evet, tam olarak öyle. Kavrama gücümüzü  aşan şeye güzel diyemeyiz ama o, o durumda da ‘Yüce’dir. Çünkü unutmayın, Yücelik de bir estetik düzeydir. Onu kavramak bazen duyularla, bazen akıl ile bazen de sezgiyle olabilir ama Platon’un dediği gibi saf olmayan birinin saf olan bir şeyi kavraması imkânsızdır.

Güzel, iyiye götüren bir giriş kapısı gibidir. İyi olan her şey, aynı zamanda güzeldir de. Modern dünyada güzellik arzusu denildiğinde her ne kadar bedene yönelik bir eğilim anlaşılsa da aslında güzeli aramak, iyi bir etik doğaya sahip olmanın yegâne koşuludur. Ne yazık ki, günümüz dünyası bunu tamamen gözden kaçırdı. Bugün her çocuk ve genç Çağın bu Ruhu tarafından tutsak ediliyor ve şekillere düşüyor.

Oysa Orta Çağ’ın karanlığından çıkışımızı sağlayan da bu güzellik arayışı değil miydi? Evet, Orta Çağ’ın çirkin eylemlerine, çirkin düşüncelerine, çirkin sözlerine, çirkin bakışına katlanamayan insanların keşfiydi Rönesans. Bu kadar çirkinlik yeter deyip eylemlerine, sözlerine ve düşüncelerine o güzelliği ve elbette ona duydukları özlemi yerleştirdiler. Güzel baktılar, güzel gördüler, güzel söylediler ve güzel eylemlerde bulundular.

Güzellik, burada ve aramızda bulunuşunun hatırası olarak ardında en temiz şeyleri bırakır.

Şekillerin ötesindeki güzelliği anlatan bu tabloyla sizi baş başa bırakırken şunu söylemek isterim: Güzelliğe kayıtsız kalamayacak çocuklar yetiştirelim, çirkinliğe tahammül edemeyecek çocuklar. Güzelde doğuracak, güzelle kucaklaşacak çocuklar.
Bunun için biraz da… “Güzelde kalın.”

KEMAL KARADAYI

1 thought on “VENÜSÜN AYNASI

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir