TÜKETİM, ÇEVRE, BİLİNÇ ÜÇGENİ

İşlevi maddesel arzularımızı artırmak olan Hayvani Ben’imizin isteklerini karşılamaya çalışırken, kendimize ve bu yazının konusu olan çevreye ne yaptığımızın farkında mıyız?

İnsanoğlu dünyayı hiç tükenmeyecekmiş gibi kullandığının bilincine, ilk kez 1972 Stockholm Konferansı’nda vardı ve “Bir tek dünya var!” sloganını geliştirdi. Özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan endüstrileşme yarışı insanların daha iyi yaşama isteklerinin bir sonucuydu. Sebep-sonuç ilişkisine göre bir sıralama yaparsak; daha iyi yaşama isteği aşırı tüketimi getirdi. Tüketim sanayileşmeyi doğurdu. Gözü kara sanayileşme ise insanı da içine alan birçok çevresel felaketi beraberinde getirdi. Kısacası, insanlar refahları adına kendi mutsuzluklarının yolunu açmış oldular. Yaklaşık elli yıl sonra Sürdürülebilir Kalkınmayla da bu refaha ulaşılabileceğini kavradılar. Yukarıdaki terim bir sonraki yazımızda örnekleriyle açıklanmaya çalışılacak ama ben burada konusu geçtiği için sözlük karşılığını vermek istiyorum. Sürdürülebilir Kalkınma (Sustainable Development), şimdiki kuşakların ihtiyaçlarının gelecek kuşakların ihtiyaçlarını tehlikeye atmadan karşılanmasına olanak veren ekonomik büyüme politikalarıdır.(1)

Zannediyorum ki neden yaşadığımızın yanıtını arayanlarla, hiç soru sormadan yaşayanlar, “Daha iyi yaşamaktan ne anlıyorsunuz?” sorusuna çok değişik yanıt vereceklerdir. Hayvansal Ben’in esiri olanlar, daha iyi yaşamayı maddesel olguları ağır basan, neredeyse aşırı tüketim ile eş anlamda yanıtlayacaklardır. Sanki aşırı tüketim mutluluğun anahtarıymış gibi!

Hiç düşündünüz mü bilmiyorum ama ben bu yazıyı yazarken düşündüm;

– Eğer dünya konuşabilseydi ilk sözü ne olurdu?

– İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat, İmdat!

İşte yukarıdaki soruya verilen yanlış yanıt, yaşamamız için olmazsa olmaz olan dünyamızı öldürmektedir. Sanayileşmeyi gelişmenin bir yöntemi gibi görmeyip, onunla eş tutanlar doğa ile insanı ayrı kefelere koymaktadırlar. Oysaki bütün varlıklar bir bütünün parçalarıdır. Birbirinin ayırırsanız denge bozulur. Buna rağmen hala “İnsan mı doğaya hâkimdir, doğa mı insana hâkimdir?” sorusu liselerde bir münazara konusu olabilmektedir. Çoğu insan böyle bir sorunun yanıtı olmaması gerektiğini, taraf tutulamayacağını düşünememektedir. Bununla birlikte, yaşadığımız çağda insanın doğadan daha üstün olduğuna inanılmaktadır. Sonuç ise hepimizin yakından tanık olduğu kirli hava, sağlıksız sular, patlayan çöpler, yanan ormanlar, türleri yok olan veya mutasyona uğrayan canlılar vs.

Sadece hava kirliliğinin Avrupa ormanlarına ne yaptığını Avrupa Birliği Ekonomik Komisyonu araştırmıştır. Sonuçların sizi de şaşkına çevireceğini sanıyorum. Ölen veya kuruyan ağaç yüzdesi Çekya’da 53, Polonya’da 50, Hollanda’da 25 ve Almanya’da 24.2’dir.

Son bir kaç yıldır kirli havasına, aşırı büyümesine, susuzluğuna aşina olduğumuz İstanbul’da her sene 1500 ha tarım arazisi şehirleşmeye açılıyor. Türkiye genelinden bahsedersek, bu durum yukarıdaki örnekle paralellik arz ediyor. 1970’lerde kişi başına düşen tarım alanı 4 dönüm iken 1990’da bu değer 3 dönüme düşmüştür.(2) Bu ne demektir? Bu, yıllardan beri övündüğümüz “Dünyanın sayılı kendine yetebilen ülkesiyiz” görüşünün artık bittiği anlamına gelir.

Aşırı kullanım bir ülkeyi daha inletiyor. Etiyopya! Eğer Etiyopyalıların ataları bir zamanlar çok verimli olan topraklarını dengeli kullansalardı şu anda açlık çeken torunları olmazdı.

Karbondioksit gazının atmosferde fazla birikmesiyle oluşan Sera Etkisi’nin insanların faaliyetlerinden dolayı olduğunu biliyoruz da başımıza nelerin geleceği biliyor muyuz? Güneş- ışınları yeryüzüne ulaşıyor ve artık, Karbondioksit gazı bir bulut gibi atmosferi sardığından büyük bir kısmı geri dönemiyor. Yeryüzünde kalıyor. Bu durum ısıyı artırarak iklim değişikliklerine neden oluyor. Aysbergler zamanla eriyor ve su yüzeyi artarak birçok yer, sular altında kalıyor. Örnekleri arttırmak çok kolay, zor olan bunları azaltmak!

Öyleyse; dünyamızın yaralarını sarmak için ne yapabiliriz? Bu soruya yanıt vermeden önce bir noktayı da hatırlamak gerekir. Doğanın birçok yeteneğinin yanında kendini yenileme yönü vardır ki bu, onun milyarlarca yıldan beri başına gelen felaketlere rağmen hala ayakta kalmasının sebebidir. İşte biz insanoğlu onun bu yeteneğinin sınırlarını o kadar aştık ki artık sinyaller her noktadan duyulur oldu. Sorunun yanıtına gelince, öncelikle dünyanın da yaşayan bir varlık olduğunu kabul etmeli ve ona saygılı olmalıyız ama önce vermeliyiz. Sevgimizi vermeliyiz çünkü sevdiğimiz bir varlığı incitemeyiz. Sevgimizi nasıl verebiliriz? Bunun bir sürü yolu var. Burada aklıma gelenleri sıralayacağım. Siz de bu satırları okurken lütfen eklemeler yapın.

  • Sürdürülebilir kalkınmanın ne demek olduğunu anlayarak ve bunu uygulayarak,
  • Uygulayanları destekleyerek,
  • Aşırı israftan kaçınarak, tekrar kullanılabilecek maddeleri geri kazanarak,
  • Sorumluluklarımızdan kaçmayarak; dünyanın öbür ucunda ormanlar yanıyorsa bir gün bunun sizi de etkileyeceğini unutmayarak,
  • Sorumlu tüketici olarak; yeşil bandrollü yani çevreyi koruyan ürünleri alarak.

Öğrenmemiz ve öğrendikten sonra uygulamamız gereken erdemleri sıralarken bunları orta yolu bularak keşfedeceğimizi biliyoruz. Tutumlu olmak da bir erdemdir ve dünyamızın bizi kapı dışarı etmemesi için tutumlu olmayı, vermeyi bilmeyi mutlaka öğrenmeliyiz.

“Tükenen türler hep doğal çevrelerin değişimi sonucunda ortadan kalkmışlar ve yerlerini yenilerine terk etmişlerdir. İnsanoğlunun da başına neden aynı son gelmesin?”

Oya UYSAL

KAYNAKÇA:

Prof. Dr. Berna Alpagut; İnsan, Çevre ve Toplum

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir