ZOR ZAMANLAR KARŞISINDA
Açık bir şekilde zor zamanlar karşısındayız.
Her birimiz konfor alanımızın, alışkanlıklarımızın dışına çıkarak dünyadaki belirsizliğe dâhil olmak durumunda kaldık. Hatta bazı az sayıda kişi -özellikle sağlık çalışanları- diğer insanların belirsizliğine dâhil olma cesaretini de gösteriyorlar ki bu tam olarak bir savaşçı olmanın gerçek anlamıdır.
“Diğer insanların belirsizliğine dâhil olma cesaretini gösterebilmek.” İşte böyle bir belirsizliğin hâkim olduğu ilginç zamanlardan geçiyoruz. Değişkenlik gösteren, geleceği göremediğimiz, olan biteni kavramakta zorlandığımız ve hepsinin ardında bir nedensellik bulamadığımız için kendimizi güvenli hissedemediğimiz zamanlardan.
Peki, böyle bir zamanda duygusal ve zihinsel olarak kendimizi nasıl koruyabiliriz? Zor zamanlar karşısında nasıl var olabiliriz?
Birlikte düşünelim, hayatımızın en iyi ve en zengin anları hangi anlardı? Bakın, 2. Dünya Savaşı yıllarında toplama kamplarından kurtulan ya da yaşadıkları fiziksel tehlikeler sonucu ölümden dönen insanlar, yaşadıkları en zengin anların, o zor zamanların ortasında ormandaki bir kuşun ötüşünü duymak ya da zor bir işi tamamlamak ya da bir ekmek kabuğunu bir dostla paylaşmak gibi basit olaylar olduğunu söyler. Genelde inandığımızın aksine hayatımızın en yoğun, en zengin anları edilgen olduğumuz, alıcı olduğumuz, her şeyin yolunda olduğu ya da bizim dinleniyor olduğumuz zamanlar değildir; en iyi, en zengin ve en yoğun anlar, çoğunlukla kişi zor ve değerli bir şeyi başarmak için gönüllü bir şekilde bedenini ya da zihnini kendi sınırlarına kadar zorladığında kendini gösterir.
Demek ki yüksek yoğunlukta üst düzey bir yaşantı, olmasını bizzat bizim sağladığımız bir şeydir. Yani en iyi zamanların aktörleri koşullar değildir, bizlerizdir. Tabii ki bu gibi yaşantıların yaşandıkları o anda hoşa gitmeyeceği doğrudur ama bu hoş olmayan yaşantının sürecin sonunda neye dönüşeceği bizim verdiğimiz tepkilere bağlıdır. Belki de en büyük hatayı sorunlarımız olmaması gerektiğini düşünerek yapıyoruzdur. Belki de asıl hata acı çekme yöntemimizdedir.
Soru şu: Hayat olduğumuzdan daha iyi biri olmak için önümüze engeller mi çıkarır, yoksa fırsatlar mı? İşte bu sorunun cevabı yaklaşım şeklimize bağlıdır. Zen öğretisinde söylendiği gibi bütün mesele kapının menteşesinin nasıl takıldığı ile ilgilidir. Kapı isterseniz o tarafa açılır, isterseniz bu tarafa. Her birimize kendimizi geliştirmek için binlerce fırsat gelir ama tüm o fırsatlar bizi zorlayacak binlerce durum ya da engel şeklinde karşımıza çıkar. Doğanın güçlerinin çoğu denetimimizin dışındadır. Mesela görünüşümüz, ne kadar uzun boylu ya da zeki olacağımıza -en azından şu an için- karar veremeyiz. Ne anne babamızı ne de ne zaman doğacağımızı seçebiliriz ve yaşadığımız zamanda bir savaş ya da bir bunalım olup olmamasına ne siz karar verebilirsiniz, ne de ben karar verebilirim. Genetik kodum ya da yerçekimi, havadaki polenler, içinde yaşadığımız tarihsel dönem, bunlar ve sayılamayacak başka durumlar yaşadıklarımızı belirler evet ama her ne olursa olsun hissettiklerimizi biz belirleriz. Bizim verdiğimiz tepkiler yani iç denetimimizle neyi kastediyorum bir hikâyeyle anlatayım:
Küçük Prens’i öyle sanıyorum ki hepimiz biliyoruz. Onun seyahatlerinden biri de biraz garip ama bilge bir kralın tek başına yaşadığı bir gezegene doğru olur. Hiçbir varlığın olmadığı bir gezegende kendisini Kral olarak tanıtan kişiye Küçük Prens, Kral hazretleri siz neyin kralısınız diye sorunca Kral her şeyin diye yanıtlar. Yani şu yıldızların da mı diye sorar Küçük Prens, evet o yıldızların da der Kral. Mesela ben güneşe bat desem batar, doğ desem doğar. Bunu çok ilginç ve çok eğlenceli bulur Küçük Prens ve rica etsem güneşten benim için batmasını ister misiniz Kralım, gün batımını izlemeyi çok isterim der. Kral da olur elbette der ama şimdi değil. Peki, ne zaman? Onun bir zamanı var o zaman der Kral. Ne kadar çocukça değil mi? Ama sonra bakın Kral Küçük Prens’e ne diyor: Sen birinden yapamayacağı bir şey istesen ve o da yapamasa bu kimin kabahati olur, onun mu yoksa senin mi?
İşte böyle. Bizim isteklerimizin doğanın yasalarına uygun olması gerekir. Tagore’un dediği gibi acı, bizim arzularımızın doğanın yasalarıyla uyumsuz olmasından doğar. Bu sebeple mutluluğa ulaşmamızın bu kadar zor olmasının birinci nedeni de işte bu şekilde biz kendimize güvenli ve konforlu hissetmek için masallar yaratırken evrenin gereksinimlerimize yanıt vermek için yaratılmadığı gerçeğidir. Ya da acıların, sorunların hayatın doğal uzantıları olduğunu ve onlar olmadan öğrenemeyeceğimizi, dönüşemeyeceğimizi kendimize daha sık olarak hatırlatmamız gerekiyordur.
Yine Tagore der ki, bir çocuğun yürümeyi öğrenirken düştüğünde canını acıtan şeyle ona yürümeyi öğreten şey, aynı şeydir: toprağın sertliği. Toprak sert olmasaydı düştüğümüzde canımız acımazdı belki evet ama o yumuşak toprakta ne yürümeyi öğrenebilirdik ve ne de eklemlerimiz, kas ve kemik yapımız bu kadar güçlü olabilirdi.
Bakın, dünyaya çarpacak bir meteor, burada bir felakete yol açabilir ama diğer yandan muhtemelen doğanın yasalarına harfiyen uymaktan başka bir şey yapmıyordur. Bir virüs, Sokrates’e bulaşıp onu hayattan koparabilir ve bu yolla insanlığa ağır bir kayıp verdirebilir ama diğer yandan bir ayrım gözetmeksizin sadece doğal olarak yapması gerekeni yapıyordur.
Evrenin güçleri üzerinde çoğunlukla bir denetimimiz yok fakat kendi yaşamlarımız, düşüncelerimiz ve duygularımız üzerinde bir denetimimiz olabilir. Ve yine mutluluk ya da daha iyi bir dünya, daha iyi bir insan inşa etmek de evrenin bu büyük güçleri üzerinde uyguladığımız kontrolümüze dayanmaz, iç uyumumuza dayanır.
Romalı filozof Epiktetos’un dediği gibi “bize verilen rolü seçemeyiz -az önce bahsettiğim şeylere örnekle (içinde yaşadığımız tarihsel dönem, aile, genetik kod gibi)- ama ne olursa olsun o rolü en iyi şekilde oynamalıyız.
Sokrates bir duvar ustasıydı, Ammonius Saccas bir hamal, Epiktetos bir köleydi, Marcus Aurelius ise bir imparator. Ama farklı koşullar ve hayat şekilleri içinde dahi aynı zengin örneği sunmanın yollarını buldular. Yaşamın onlara verdiği rolü ne olursa olsun mümkün olan en iyi şekilde oynadılar ve her durumda bilgeliğin peşine düştüler. Önemli olan ne yaptığımız ya da neler yaşadığımız değil, nasıl yaptığımız, onlarla ne yaptığımız, ne ürettiğimiz ve onları nelere dönüştürdüğümüzdür. Çünkü bir filozof, kötü bir kral olmayı iyi bir çöpçü olmaya asla yeğlemeyecektir. Önemli olan başımıza gelenlerin değil ama yaşamlarımızın denetimini ellerimizde tutmak ve krizlerin ya da zorlukların da anlamın bir parçası olduğunu idrak etmektir. Rüzgârı değiştiremezsiniz ama yönünüzü kendiniz tayin edebilirsiniz.
Bir yağmur ormanları eylemcisi John Seed. Ona Umutsuzlukla nasıl başa çıktığı soruluyor ve o da diyor ki yağmur ormanlarını korumaya çalışanın ben olmadığını hatırlamaya çalışırım. Daha çok, kendi kendisini koruyan yağmur ormanının bir parçasıyımdır. İşte bu büyük bir farkındalık. Biz bu dünyadaki güzellikten ya da çirkinlikten farklı bir şey değiliz. Ayrışmanın da birliğin de bir parçasıyız… İçinde yaşadığımız, temaşa ettiğimiz şeyin kendisiyiz. O sebeple her zorlukta, her yeni günde biraz daha bir hissetmeye, biraz daha bir olmaya ihtiyacımız var. Dilerim ki eşyaların ya da olayların ötesinde daha büyük bir şeyin parçası hissettiğimiz, hissedeceğimiz günlere doğru yelken açalım. Sağlıklı günler dilerim.
Yaşamın Renkleri Videosunu İzlemek İçin:
KEMAL KARADAYI