İYİ HİSSETMEK

Merhaba, oldukça zor zamanlardan geçiyoruz. Hepimiz küresel ölçekte hastalıklar, salgınlar,  bizi yoran olumsuz fikirler ve krizler yaşıyoruz, tecrübe ediyoruz. Hepimizin dengeli, uyumlu, mutlu bir duygu durumuna çok ihtiyacı var. Bu yüzden bugün “Yaşamın Renkleri” serisinde  “iyi hissetmek” üzerine konuşacağız. Aktiffelsefe’de seminerlerimizde, konferanslarımızda sıkça vurguladığımız bir kavram var: kendini tanımak, içsel durumların farkına varmak, eğer bir dengesizlik ve ölçüsüzlük varsa bunu mutlaka fark etmek ve tekrar denge durumunu yakalamak için çabalamak… Esasında hepimiz içsel olarak bir denge durumu arıyoruz ve belki de dengeyi bozan unsurları tanımıyoruz. İşte bu noktada felsefi farkındalık ve kendimize doğru soruları sormak önemli bir anahtar olarak karşımıza çıkıyor.

İyi hissetmeye giden yol öncelikle kişinin kendi duygu durumunu fark etmesi ve gün içinde duygu durumlarını gözden geçirmesiyle başlar. Duygularımız, duygusal bedenimiz değişkendir, pek çok şeyin etkisiyle, çevresel unsurların da ağırlığıyla bizde olumlu veya olumsuz duygular oluşabilir. Son yıllarda oldukça gündemde olan ve mutluluk olgusu üzerine birçok araştırmalar sunan bilişsel psikoloji şöyle söyler: “Nasıl düşünürsen, öyle hissedersin!” yani aslında bizim duygularımızın niteliğini belirleyen şey -olumlu veya olumsuz- yine bizim kendi fikirlerimizdir. Aslında zihinsel beden, duygusal bedenden daha güçlüdür. Ve fikirsel yapılanmamız, düşünce tohumlarımız duygularımızı belirler. Yani, özetle fikirler duyguları yaratır. Bize zarar veren şey, aslında içinde olduğumuz ruh hâli değil, bizim o ruh hâline nasıl tepki verdiğimizdir.

Peki, fikirlerimiz, zihnimizde sürekli dönüp dolaşan düşünceler, her zaman doğru, adil ve objektif midir? Felsefe tarihinde yüzlerce yıldır tartışılan bu konu (yani düşüncenin bizi her zaman gerçeğe doğruya götürüp götürmediği konusu) psikoloji biliminin de çalışma alanı içerisindedir. Esas noktaya gelirsek; birçok uzmana göre biz “çarpık düşünce formları” yüzünden ve bunun alışkanlık hâline gelmesi nedeniyle kendimizi kötü hissederiz. Özetle, sadece dışsal sebepler nedeniyle değil daha çok içsel süreçlerin farkında olmadığımız için bir çıkmaza giriyoruz. Örneğin, ya hep ya hiç düşüncesi, her şeyin mükemmel olmasını beklemek, genellemeler, etiketlemeler, yıkıcı zihinsel filtre, olumsuz kehanetlerde bulunmak vb.

Düşünce ve duygu dünyası arasındaki bu canlı ilişkide karşımıza bir döngü çıkar. Hepimiz hayatı genel yorumlama biçimlerine, farklı renkteki gözlüklere, yani temel inançlara sahibiz. Bunlar uzun vadede çok zor değişebilen, kişinin temel bakış açısı gibi düşünülebilir. Örneğin, bazı insanlar vardır, çiçeğin dikeni var diye üzülür. Veya bazıları vardır, dikenin çiçeği var diye sevinir. Bu yorumlama biçimi ve zihinsel tutum genellikle kişinin temel inançları ile ilgilidir. Temel inançlar o kadar güçlüdür ki bizim günlük yaşamdaki zihinsel tavrımızı ve kurallarımızı belirler. Zihinsel tavır ve tutumumuz ise bizim otomatik düşüncelerimizi oluşturur. Bir durum karşısında düşünmeden, ilk verdiğimiz tepki bizim otomatik fikirlerimizin yansımasıdır. Yani akış bu şekildedir: Temel İnançlarà zihinsel tavrımızà otomatik düşüncelerimiz…

İşte bu yüzden kalıplaşmış, katılaşmış, otomatikleşmiş düşüncelerimize dikkat etmek gerekir. Ya kalıplaşan, bir reflekse dönüşen düşüncelerimiz doğru değilse? Ya hep sübjektif, tek taraflı ve dar bir açıdan düşünmeye alışmışsak? Bunlar önemli felsefi sorulardır ve kişide farkındalık yaratan önemli bir adım olarak sayılabilir. Peki, sürekli tekrar eden fikirler neden tehlikelidir?

Gandhi’nin bu konuda bir sözü var, Gandhi şöyle der:

Söylediklerinize dikkat edin; düşüncelere dönüşür,

Düşüncelerinize dikkat edin; duygularınıza dönüşür,

Duygularınıza dikkat edin; davranışlarınıza dönüşür,

Davranışlarınıza dikkat edin; alışkanlıklarınıza dönüşür,

Alışkanlıklarınıza dikkat edin; değerlerinize dönüşür,

Değerlerinize dikkat edin; karakterinize dönüşür,

Karakterinize dikkat edin; kaderiniz olur.”

Yani, her şey sözlerimiz ve olayları yorumlama biçimimizle başlar ve bir süre sonra bu zihinsel tutum bizim kaderimize dönüşür. İnsan, seçimlerinin bir sonucudur. Yaptığı ve yapmadığı her şeyin bir toplamıdır. Bu durumun farkında olmak, bize bir sorumluluk bilinci verir. Bu nedenle özellikle felsefenin alt başlıklarını da besleyen şu konular karşımıza çıkar: Bilinçli fikirlerle beslenmek, içimize aldığımız düşünce ve duyguları iyi filtre etmek, iradeyi ve dikkati iyi tanımlamak ve etkin bir şekilde kullanmak, yani Platon’un da dediği gibi iyilik, adalet ve gerçeğin ışığında kendine hâkim olmak. “Kendini yönet, dünyayı yönetecek gücü bulursun” der Platon. Biz de bunu kendimizce şöyle uyarlayabiliriz; “fikirleri ve duygularını yönet, işte o zaman her zorluğu aşabilirsin.” Eğer içimize giren düşüncelere dikkat etmezsek muhtemelen etrafımızdaki zararlı, olumsuz, bize iyi gelmeyen fikirler zihnimize temas eder. Ve bunlar zaman içinde bizde düşük, olumsuz bir duygu seli oluştururken biz de şaşkın bir şekilde neden böyle hissettiğimizi anlamayız.

Peki… Kötü hisler nelerdir? Bu hislere kaygılı, stresli, cansız, bitkin, depresif, huysuz, üzgün, kırılgan, kaprisli, öfkeli, umutsuz hâllerimizi örnek verebiliriz. Buna karşılık iyi hislerimiz; canlı, coşkulu, iyimser, yapıcı, huzurlu, neşeli, cömert, paylaşımcı hâllerimizdir.

Bundan yaklaşık 2000 yıl önce Stoacı filozof Epiktetos, mutsuz veya mutlu olma durumuna ilişkin ilham verici sözler ve fikirler sunmuştur.  Epiktetos şöyle der:

“Mutluluk üç şeye dayanır; iradeniz, karşılaştığınız olaylarla ilgili fikirleriniz, bu olayları işleme biçiminiz.” Ki Epiktetos hiçbir mala mülke sahip değildi. Hatta kendisi bir köleydi. Zalim bir efendisi vardı. Ancak yaşam koşullarının tüm zorluğuna rağmen oldukça güçlü, evrensel ve yüksek fikirleri çalışan bir filozoftu. Aslında bu, günümüzde istediği nesnelere, eşyalara veya durumlara sahip olamadığı için mutsuz olan insanlar için oldukça çarpıcı bir örnektir.

İyi hissetmek konusunu araştırdığınızda karşınıza çıkan isimlerden biri, pozitif psikolojinin kurucularından biri olarak sayılan Dr. Martin Seligman şöyle söyler: Öğrenilmiş çaresizliğe teslim olmayın, öğrenilmiş iyimserliği ortaya çıkarın! Bu iki kavram artık literatüre girmiştir ve sıklıkla karşımıza çıkar. Seligman’a göre, öğrenilmiş çaresizlik yaptığınız hiçbir şeyin önemi olmadığını düşünmek ve pes etme tepkisidir. Kötü hislerin çekirdeğinde de maalesef ki çaresizlik olgusu vardır!

Peki, öğrenilmiş iyimserlik nedir? Kendinize bilinçsizce olumlu şeyleri tekrar edip durmak değildir. “Polyanna” cı olmak değildir. Yıkıcı düşünce tutumunu dönüştürmektir. Zorluklar karşısında pes etmeme tutumudur!

Sonuç olarak,

-Kendini tanımak, zihinsel ve duygusal bedene hâkim olmak.

-Geçici duygularımızı çok fazla büyütmemek ve abartmamak. Eğer bunu yaparsak egonun içine batma riski vardır.

-Filozof Seneca’nın dediği gibi “Vaktinden önce mutsuz olma!” mak. Olumsuz gibi görünen olaylar karşısında da yapıcı, sakin, bilinçli bir şekilde elimizden geleni yapmak.

-Düşünceye dalmamak, doğru, etkin eylemlerle harekete geçmek. Yani, sorunun değil çözümün bir parçası olmak.

-Otomatik fikirlerimize dikkat etmek. Bunlar her zaman bizi doğru yöne götürmeyebilir. Mutlaka mantıklı sorular sorarak gittiğimiz yönü attığımız adımları teyit etmek gerekir.

-Kendini yakalamak. Kötü hissettiğimizde aklımızdan geçen olumsuz düşünceyi yakalamak; onu mantıklı, gerçekçi ve yapıcı fikirlerle değiştirmek. Böylece duygu durumumuzu da değiştirebiliriz.

-Erdemleri çalışmak ve hayatımızda uygulamak. Hoşgörü, sevgi, birlik, sabır, merhamet…

-Güçlü amaçlara sahip olmak. İnsanlığa, doğaya, bütüne katkı sunacağımız ideallere sahip olmak.

Öyleyse iyi hissetmemek için bir nedenimiz yok…

Einstein’ın ilham verici sözüyle tamamlayalım: “Mutlu yaşamak istiyorsan bir ideale bağlan, insanlara ya da eşyalara değil…”

ÇİĞDEM ZÜLFİKAR

Yaşamın Renkleri Videosunu İzlemek İçin:

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir